Yazmak cidden yaşananları ya da biriktirilenleri kalıcı kılmak mıdır? İnsan yazarsa ne olur? Yazmazsa ne olur? Hem niye yazalım ki? Onca teknolojik gelişme varken. Alırım bir kamera kalıcı olmasını istediğim her şeyi çeker, ölümsüzleştiririm. Yazmak zaten belirli bir tabakanın etkinliği değil mi?
Cidden öyle mi? Yalnızca belirli bir zümre mi yaza(bili)r? Yoksa kim olursa olsun, ne iş yaparsa yapsın isteyen herkes yazabilir mi?
Bizim gibi Türkiye’de kilisenin ilk turfandalarından olan imanlıları için yazmak çok daha hayatidir.
Hele bizim gibi Türkiye’de kilisenin ilk turfandalarından olan imanlıları için yazmak çok daha hayatidir. Çünkü her ne kadar bizim için yaşadıklarımız oldukça olağan, normal ve şaşırtıcı olmasa bile, sonraki nesiller için tarihin tanıkları olacak bilgilerdir. Sahip olduklarımızı küçümsemeden kaleme, ya da tuşa sarılmamız geleceğimize yapacağımız en önemli iyiliklerden biri olacaktır.
Neler yazabiliriz? Her şey, öykü, roman, anı, öğretiş kitapları, gezi kitapları, mesleğinizle ilgili kitaplar, her şey.. kendimizi yakın bulduğumuz ve beğendiğimiz her hangi bir türde kalem koşturabiliriz.
Ülkemizde olması gerekenden daha çok yayınevi var. Olması gerekenden çok da kitap. Çokluk aynı konular üzerinde öbeklenmişlikten kaynaklanıyor. Müjdelemeyle ilgili onlarca kitap varken savunma içerikli kitaplar neredeyse yok gibidir. Doğrudan imanlılara yönelik olarak hazırlanmış kilisede hizmet etmekle ilgili, kilise kurmakla ilgili, ya da bir Mesih inanlısı olarak yaşamanın avantaj ve zorluklarıyla ilgili kitaplar yoktur. Türkiye’deki kadınlar, gençler ve çocuklarla ilgili kitaplar yoktur. Hristiyanlıkla ilgili olarak yansız olarak ansiklopedi bilgilerinin verildiği, herkes tarafından okunacak kitaplar yoktur.
Geçtiğimiz aylarda yayıncılar toplantısı yaptığımızda bunlar üzerinde ciddi olarak durmuştuk. İncelenen 300 kitap arasında üçte biri kapsayan tanrıbilimsel ve öğreti kitapları göz doldursa da herkes tarafından okunacak bir sistematik teoloji gibi ekmek niteliğindeki çalışmalar bizde yoktur. Hemen hemen hepsi belirli grupların yorumlarına dayalı kitaplarıdır. Tabii ki olacaktır ama elde herkesçe kullanılacak katı yiyecek niteliğinde kitaplar yokken bunca çeviri neden?
Halen bir kutsal kitap sözlüğü, el kitabı ve atlası yoktur. Ama müjdelemekle ilgili 70 tane kitap vardır. Ve biz halen tam olarak nasıl etkili olarak müjdeleyeceğimizi öğrenmedik o kitaplardan.
Ülkemizde sadece üç yayınevinin çıkardığı kitap sayısı 650’den fazla iken bunlar arasında Türkçe olarak yazanların sayısı bir elin parmaklarının sayısını geçmemektedir. Neden romanlarımız ve öykülerimiz yok?
Yazmada güçlü kalem olabilmenin önemli ölçütü yazacak güçlü bir şeyimizin olmasıdır.
Yazacak şeyimizin olmamasından dolayı mı? Hayır ihtiyacımız olan sadece bu amaçla oturup girişimde bulunmaktır.
Yazmada güçlü kalem olabilmenin önemli ölçütü yazacak güçlü bir şeyimizin olmasıdır. Bizim yazacak çok güçlü mesajlarımız var.
Yazmak bir ifade biçimidir. Bilgi birikiminin sağlıklı bir şekilde gerçekleştirilebilmesi için, kalıcılığının sağlaması ve sınıflandırılması için mutlaka bu yöntem kullanılmalıdır.
Yazmanın %95’i ter, kalanı yetenektir. Öyleyse yazmanın üç ayağına dikkat etmeliyiz. Bunlar edebiyat, dil bilgisi ve kompozisyondur. Öyleyse biraz okuma ve yazmaya aşina olmaya gayret edelim. Hem dünya klasiklerinden, hem yerli eserlerden kendimize bir seçki yaratıp bir edebi tadın ne olduğunu öğrenelim.
Hepimiz Türkçe’yi konuşuyoruz, ama hepimizi Türkçe’yi bilmiyoruz. Oturup dilbilgisini, noktalamayı öğrenelim. Düzenli olarak okuyalım ve sözlükle kendimizi destekleyerek kelime hazinemizi zenginleştirelim.
Biraz da kompozisyon üzerinde durursak eminim ki yazmanın üçlemesine sahip oluruz. İşte o zaman kalem ve kağıt bizleri korkutmaz. O zaman temelde iletme kaygısıyla birikimimizi ortaya koyabiliriz.
Edebiyat bir bütün olarak, insanda bir estetik beğeni çizgisi oluşturmayı ve geliştirmeyi, dili –sözlü ve yazılı olarak– etkili ve doğru kullanma becerisi kazandırmayı amaçlar.
Bu, içine okuma alışkanlığını, zevkini, beğenisini ve okuma sabrını da sokar.
Edebiyat yaşama dayalı olmalıdır.
Edebiyat yaşama dayalı olmalıdır. Yazılanların da yaşamın içinden çıkması beklenir. Yazma eğitiminin troykası diyebileceğimiz, edebiyat, dilbilgisi ve kompozisyon bilgi birikimi gerektiren üç alandır.
Bu kendi içinde okuma eğitimi, yazma eğitimi, konuşma ve dinleme eğitimini içerir. Öte yandan, okuma, yazma, dinleme ve konuşma eğitimini kapsayan kompozisyon eğitiminin özelliği, uzun sürede oluşturulup geliştirilen, kalıcı ve sürekli etkileri olan, belli bir estetik beğeni ve zevk oluşmasını sağlayan, beceri kazandırmaya yönelik, günlük yaşamda daha çok başvurulan (dilekçe, özgeçmiş, istifa ya da mektup yazmak, konuşma yapmak, mülakat sınavlarına girmek...), dolayısıyla yaşantısal yanı çok daha güçlü bir eğitim olmasıdır. Buna karşılık kompozisyon eğitimi, eğitim hayatımızda, müfredatta ve ders pratiğinde, en az zaman ayrılan, klasik konuların ötesine pek geçilemeyen, diğer derslerde yetiştirilemeyen konuların tamamlanması için uygun zaman olarak görülen, öğretmenlerin pek severek uygulamadıkları, öğrencilerin ise katılmada ve uygulamada en çok sıkıntı çektikleri eğitimdir.
Bu nedenle, edebiyat ve kompozisyon, en genel anlamıyla yazma genelde bizim için sıkıcıdır. Yapılması zordur, bazıları için matematik gibidir. Biz yazmaktansa konuşmayı daha çok severiz.
Madem ki eğitimle bu iş olur, o zaman kuşanmalıyız donanımımızı.. Sonra hazinemizi başkalarıyla paylaşabiliriz. Böylece dilimiz de, kültürümüz de daha zenginleşecektir. İnancımız da içimize sinecek, hayatımızın bize ait bir parçası olacaktır.
Nitelikli eserler çıkacak, belki o zaman bizler daha çok okuyacağız. Çocuklarımıza ve gelecek nesle bunları aktarabileceğiz. Yazalım çünkü yazmak cidden ihtiyacımız olan şeydir. Hepimiz yazabiliriz. Deneyelim, yine deneyelim. Ne kadar çok yaşam varsa o kadar çok paylaşılacak konu vardır.