Dr. Imad Shehadeh, 2004 yılında Bibliotheca Sacra’da yayınlanan bu konu üzerine dört makaleden oluşan bir dizi yazdı. Müslüman geçmişten gelen bir imanlı olan Shehadeh, Ürdün Teoloji Okulu’nun başkanı ve teoloji profesörüdür. Arapça ve Kutsal Kitap dilleri bilgisi, İslam ve Kutsal Kitap teolojisine olan duyarlığı, onu bu geniş konuyu anlayıp açıklayacak mükemmel bir aday haline getirmektedir.
Müslümanlara hizmet söz konusuysa Tanrı görüşü hafife alınmamalıdır. Kişinin Tanrı görüşü bütün teolojisinin anahtarı, hatta en önemli anahtarıdır.
Bu dört makalenin her biri kendi başına bütündür. Bunlar ayrı ayrı gözden geçirilecektir, çünkü hepsi konunun geneline çok değerli bir katkı sunmaktadır. Sonunda bu makalelerin her birinin, Müslümanlara hizmetleri açısından Hristiyanlara sağladığı çok önemli katkıları özetleme girişiminde bulunacağız.
Dr. Shehadeh oldukça şaşırtıcı bir biçimde İslam üzerinde çalışmanın bir Hristiyan’ın imanını arındırabileceğini ve sabitleştirebileceğini söyler. Bunun nedeni, diğer inançların üzerinde çalışmanın imanlıya neyin gerçekten Kutsal Kitap’a uygun, neyin olmadığı konusunda daha derin bir anlayışa sahip olmasında yardım etmesidir. Böylesi bir çalışma aynı zamanda Hristiyan’ın kendi imanının altında yatan nedenleri anlamasına yardımcı olur. Bu düşüncenin ardında, Hristiyan’ın muhakemesinin sıklıkla bağlamın dışında değerlendirilip birbirlerine eklenmiş olan ayetlere değil, daha çok bir bütün olarak Kutsal Yazıları kavramaya ya da bugünlerde dediğimiz gibi Müjde’nin sıralı anlatımına dayandığı varsayımı bulunmaktadır.
Semantik ve tarihsel olarak “Allah”, Arapça konuşan Hristiyan ve Yahudilerin hem Muhammed’in zamanından önce hem de onun döneminde tek gerçek Tanrı’dan söz ederken kullandıkları sözcüktü. Tarihte Muhammed zamanından önce Allah’a Kabe’deki “Yüce” varlık olarak tapınılmaktaydı. İşte bu, Müslümanlara hizmet ederken Allah sözcüğünü kullanmak istemeyenlerin önemli bir referans noktasıdır. Yine de Shehadeh bu anlayışın da dikkatle gözden geçirilmesi gerektiğine inanır.
“Yahudiler Tanrı’nın doğasına ilişkin tamamlanmamış bir resme sahiptir… Müslümanlar O’nun doğasına ilişkin hatalı bir resme sahiptir…” (23) Shehadeh, Muhammed’in Tanrı kavramının doğal vahiyden, iddialarını reddettikleri Hristiyanlar ve Yahudiler ile ilişkilerinden, aynı zamanda Muhammed’in tarif etmediği bir tür ruhsal deneyimden kaynaklandığını iddia eder. Muhammed Arapları kendi önderliğinde dünyada ileri bir konuma yükseltmek istedi ve Tanrı kavramı bu arzusunun bir parçasıydı. İslam’da bugün hâlâ dünyada üstün olma umudu ve arzusu hüküm sürmektedir.
Bu konuyla ilgili varılan sonuçlar önemlidir. Muhammed açıkça Tanrı hakkındaki ifadeleri yanlış anladı. Başka bir deyişle, Hristiyanlar ve Müslümanlar Yüce Varlık hakkında konuşurken aynı terimi kullanabilirler ama bu varlığın doğasına, planına ve karakterine ilişkin anlayışları önemli derecede farklıdır. Kuran ne Kutsal Kitap’ın çizgisinde ilerleyen bir vahiydir ne de Tanrı’dan herhangi bir çeşit vahiy getirmektedir; çünkü bu iki kitap, özellikle de Tanrı’nın karakterine ilişkin birbiriyle çelişen bilgilere sahiptir. “Müslümanlar ile Hristiyanlar özne olarak aynı Tanrı’ya inansalar da, İslam’da kabul edilen Tanrı’nın doğası Kutsal Kitap’taki Üçlübirlik olan Tanrı ile özdeş değildir” (26)
Bir Müslüman için tektanrıcılık demek, Tanrı’nın hem özde hem eylemlerinde hem içsel hem de dışsal olarak bir olması demektir. Ama İslami teolojinin bu yönü, özellikle Allah’ın sıfatlarının “sonsuzluğu” ile ilgili olarak tartışılagelmiştir. Tartışmanın odağı, sonsuz bir ilahi sıfatın karşıt bir tanrı olup olamayacağıdır. Açıkçası sıfatlar düşünüldüğünde önemli sorunlar ortaya çıkmaktadır; örneğin, Tanrı’nın sevebilmesi için bir sevilenin (bir şey değil bir kişinin) olması ve Tanrı’nın her şeyi bilen olabilmesi için bilinecek bir şeyin varlığı zorunludur. İslam’ın iddia ettiği çözüm, Allah’ın sıfatlarının O’nun özünün tarifi olmadığı, iradesinden kaynaklandığıdır. Bu sıfatlar O’nun karakterini değil, gücünü ve iradesini tanımlamaktadırlar. Bu da Allah’ın değişken olabileceği düşüncesine yol açmaktadır. Ancak Allah’ın “iradesi etkin hale geçtiğinde”, ancak o anda sıfat ifade edilir. Ne var ki sevgi, merhamet vb. sıfatlar Allah’ın özünün bir parçası olmadığı için iradesi bu sıfatları göstermek istemeyebilir. Hristiyan için Tanrı’nın sevgisinin ve bilgisinin bir objeye ihtiyaç duyması Üçlübirlik ile güzel bir şekilde açıklanmıştır.
Allah sıfatlarını zaman zaman farklı şekilde göstermekte özgürdür, isteği doğrultusunda sıfatlarıyla çelişen bir şey yapmayı seçebilir, ancak bu Yahve’nin yapamayacağı bir şeydir. Örneğin, Allah adil olmak ya da kutsallık vasıflarından bağımsız olarak bağışlamayı ya da bağışlamamayı seçebilir.
Allah kendisini ya da karakterini açıklamaz, yalnızca iradesini açıklar. Bu da Allah’ın bilinemez olduğu inancına uygundur. Yani Allah’la kişisel bir ilişki söz konusu değildir ve inanandan beklenen en önemli karşılık Allah’ın iradesine itaat etmesidir. İtaatsizlik Allah’ı kederlendirmez ama ciddi cezalandırılmayı getirir. Kadercilik her şeyin Allah’ın iradesine bağlı olması demektir, karakterine değil. Tanrı’nın mutlak yetkisine ilişkin doğru görüş, O’nun istediğini yapmak için bütün yetkiye ve yeteneğe sahip olduğudur; ama her şeyi Kendi sıfatlarıyla uyum içinde yapar.
İslam’da Allah’ı tarif eden herhangi bir terimin insani bir karşılığı olmamalıdır; eğer varsa (merhamet, lütuf, sevgi gibi) o zaman bu terimin Allah söz konusu olduğunda gerçekten ne demek olduğunu bilemeyiz. Sonuç Allah’ın yaratışı ve yarattığı varlıklarla tarif edilebilir hiçbir ilişkisinin olmadığıdır; O tanınamaz. Buna karşılık Yahve, halkı tarafından tanınmaktan zevk alır (bkz. Yer. 9:23-24).
Allah’ın iyilik sıfatları yalnızca mümkündür; iradesine bağlı oldukları için “gerekli” değildir. O’nun iradesi bu sıfatlar tarafından yönlendirilmez ya da belirlenmez; Allah sadece hangi sıfatını gösterip göstermeyeceğini seçer.
Hristiyan inancında Tanrı’nın sıfatları O’nun karakterinin değişemez birer ifadesidir ve hiçbir zaman birbirleriyle çelişmezler. “Tanrı sevebildiği için sevmez, kendisi sevgi olduğu için sever. Sonsuzluktan bu yana sevgidir ve bu nedenle antlaşmaya dayalı bir ilişki içindedir.” (Sf. 158). Tanrı yaratır ve sonsuzluk boyunca zevk aldığı şeyi, yani Kendisine ilişkin bilgiyi paylaşmak için yarattıklarıyla ilişki içindedir.
Bu nedenle O’nun Üçlübirlik doğasının, yarattıklarından ayrı olarak sıfatlarının etkinliğinin ve O’nun tekliğinin bu sıfatların kusursuzluğunu güvence altına aldığı Tanrı’nın ilişkisel doğası, Kutsal Kitap’ta övgünün temeli olarak açıklanır. (Sf. 159)
İslam’da “bir vaadin gerçekleşmesini talep etmek” Allah’ı belli bir eyleme “zorlamak” anlamına gelir. Allah’la ilişkide bir güven eksikliği, güvenceden yoksun olmak söz konusudur; oysa Yahve ile ilişkinin temeli güvendir. Güvenden kaynaklanan bağlılık imanlıya Tanrı’yla bitmeyecek bir ilişkinin güvencesini verir.
Beden alma Allah için “uygunsuz” ve bu nedenle kötü görülür. Bu inanış, müjdenin temeli olan İsa’nın kimliğinin neden bu kadar yabancı bulunduğunu ve Müslümanlar tarafından şiddetle reddedildiğini açıklar.
Son tahlilde Kur’an’da Kutsal Kitap’ın lütuf kavramına ilişkin bir anlayış olmadığı için Kur’an beden almayı, İsa’nın tanrılığını ve İsrail’in vaat edilmiş topraklara sahip olmasını kabul etmez. Tanrı’yla sadece koşullu ilişkiyi vaat eden bir sistem Tanrı’nın lütufkar davranışına dair her türlü olasılığı dışarıda bırakır ve Kutsal Kitap’ın tahrife uğradığını savunan aynı sistem insanların herhangi bir şekilde lütfu bulmalarını engeller. (Sf. 282)
Allah’ın kabule dayalı sistemindeki her şey insanların marifet ve gayretlerine bağlıdır. Kur’an’da lütfa ilişkin hiç vurgu olmamasının yanı sıra, insanın ihtiyacına dair de çok az çıkarım bulunur. Eğer Allah bağışlamak isterse, bağışlamak O’nun karakterine uygun olmasa bile bunu yapacaktır. Yozlaşmadan kurtulmak için insanın ihtiyacı kurtuluş değil eğitimdir; bir aracı ya da kurbana ihtiyaç yoktur.
İslam’da güvence diye bir şey söz konusu değildir; sevaba ihtiyaç duyulurken var olamaz da. Kişi kurtuluşu hak edebilmek için yeterince sevap işleyip işlemediğini bilemez.
“Lütuf” ile davranmak zayıflıktır. Bu, İslam’ın Allah’ın her şeye gücü yettiğine ilişkin öğretisiyle çelişen bir kavramdır. Shahadeh’nin makalelerini okuduktan sonra İslami tanrıbilimin Müslümanların 'Allah işte böyle olmalı, böyle olmamalı' düşüncesine dayanıp dayanmadığını merak ediyor insan.
Fry’ın “The Quranic Christ” adlı metninden alıntı yaparak Shahadeh şöyle yazar: “Kur’an’daki Mesih’in bireyde bir dönüşüme neden olmayacağına inanıyorum, çünkü gerçek öğrencilik hem içtenliği hem de gerçeği gerektirir.” (Sf. 410).
İslam “antlaşmaları yüceltir ama lütfu yok sayar. Sözde tahrif olmamış bir Kutsal Kitap’ı yüceltir ama var olanı yok sayar. Peygamberleri yüceltir ama söylediklerini yok sayar. Tanrı’nın tekliğini yüceltir ama O’nun kişiliğini yok sayar. Mesih’i ve mucizelerini yüceltir ama O’nun ilahi kimliğini yok sayar. Tanrı’nın gücünü yüceltir ama insanların güçlendirilme ihtiyacını yok sayar. Bunların tümü beden almanın uygun olmayışı, gereksiz, imkansız ve hatalı oluşu varsayımına temel teşkil eder.” (Sf. 412)
Özet
Bu dört makaleyi okuduktan sonra şu iki nokta insanın dikkatini çeker: Birincisi, burada anlatılan İslami bakış açıları, Müslümanlara müjdelemenin güç olmasının aslında şaşırtıcı olmadığını gösterir. İkincisi, Müslümanlara müjdeyi duyurmak isteyen kişinin kendi Tanrısını iyi tanıması ve Tanrı’yla ilişkide sahip olduğu her şeyden sevinç duyması gerekir. Her ne kadar İslam’da Allah’a vurgu yapılıyor olsa da, Allah tanınmaması ve Kur’an’daki odak noktasının insanın itaati olması nedeniyle İslam büyük ölçüde insan temelli bir inanç sistemidir. Tanrı’ya tanıklık ederken hangi adın kullanılacağı hakkındaki tartışmalar, Yahve’nin sıfatlarını bilmek, farkları gösterebiliyor olmak ve Tanrı’yı kişisel olarak biliyor olmaktan kaynaklanan hoşnutluk ile kıyaslandığında o kadar da önemli değildir. Sevgi ve lütfun anlaşılması güç olsa bile, hatta beden alma Müslümanlar tarafından kötü olarak görülse de, bunlar bizim Tanrı’yla antlaşma ilişkimizin çok temel unsurları olduğu için terk edilmemelidirler. Tersine bunların tekrar ve tekrar açıklanmaları gerekir. Daha da ötesi bu konular bizim tanıklık ettiğimiz kişiler için ettiğimiz duaların odak noktaları olmalıdır.