Ana içeriğe atla

Sitemiz işleyişi için sadece bu siteye ait çerez kullanmaktadır. Üçüncü parti çerez kesinlikle kullanılmamaktadır.
Daha bilgi edinin.

Kitap

Ölüm Cezası Üzerine

Yayın Tarihi: 25.01.2006

Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne giriş süreci ülkemizdeki birçok şeyi değiştirdi. Bunlar arasında en tartışmalı noktalardan biri ölüm cezasıydı. Terör sıkıntısı yaşayan bir ülke olarak aramızdan bazıları teröristleri caydırıcı bir ceza olduğu varsayılan ölüm cezasını korumak istiyordu, bazıları ise yirmi yıla yakın bir süredir uygulanmıyor olsa da ölüm cezasının çağdışı olduğunu söylüyor ve adaletsizliğe yol açma olasılığının yüksek olduğunu anlatıyordu. Sonuçta Avrupa Birliği ölçütleri baskın geldi ve ülkemizde idam cezası kalktı.

Hristiyanlar açısından idam cezası konusu nasıl değerlendirilmeli sorusu ise çok tartışmalı bir konu. Hristiyanlar genellikle bu konuya ülkelerinin siyasal penceresinden yaklaşmakta. Kutsal Kitap ölçütlerine göre idam cezası günümüzde nasıl değerlendirilmeli? Okumakta olduğunuz metinde bu konuya açıklık getirmeye çalışacağız.

Eski Antlaşma’da idam cezası

Kutsal Kitap’ta özellikle idam cezasından söz eden parça Eski Antlaşma’dır. İsrail halkının günlük yaşamını düzenleyen yasalar Tanrı tarafından halka bildirilirken bazı suçlara karşılık idam cezası öngörülmekteydi. Bu suçlar şöyle sıralanabilir:

Hristiyanlar açısından idam cezası konusu nasıl değerlendirilmeli sorusu çok tartışmalı bir konu.

  • Cinayet (Çık. 21:12-14; Lev. 24:17,21; Say. 35:16-21,30-33)
  • Ana babayı dövmek, onlara lanet etmek (Çık. 21:15,17; Lev. 20:9)
  • Adam kaçırma (Çık. 21:16; Yas. 24:7)
  • Israrlı tedbirsizlik nedeniyle başkasının ölümüne neden olmak (Çık. 21:29)
  • Büyücülük (Çık. 22:18; Lev. 20:27)
  • Hayvanlarla cinsel ilişki kurmak (Çık. 22:19; Lev. 20:15-16)
  • Putperestlik (Çık. 22:20; Lev. 20:2)
  • Şabat Günü’nün kutsallığını bozmak (Çık. 35:2)
  • Eşcinsellik (Lev. 18:22; 20:13)
  • Zina (Lev. 20:10; Yas. 22:21-24)
  • İnsan kurban etmek (Lev. 20:2-5)
  • Yakın akraba ile cinsel ilişkide bulunmak (Lev. 20:11-12,14)
  • Kâhinin kızının fahişelik etmesi (Lev. 21:9)
  • Tanrı’ya küfretmek, lanet etmek (Lev. 24:11-16,23)
  • Yetkisi olmadan En Kutsal Yer’e yaklaşmak (Say. 3:10; 18:7)
  • Sahte peygamberlik (Yas. 13:1-18; 18:20)
  • Ana babasının, kâhinin ve yetkililerin sözünü dinlememekte ısrar etmek (Yas. 17:12; 21:18-21)
  • Ölümü gerektiren bir suçla ilgili yalancı tanıklık (Yas. 19:16-21)
  • Nişanlı bir bakireye tecavüz etmek (Yas. 22:25)

Listeden anlaşılacağı üzere oldukça çok sayıda suça ölüm cezası verilmekteydi. Ölüm cezasının yasada yer almasının temel nedeni İsrail’in Tanrı ile ilişkisinde yatıyordu.

İsrail, Tanrı’nın bütün uluslar karşısında Tanrı’ya tanıklık eden ve O’nu temsil eden öz halkı olarak özel bir konuma sahipti (Çık. 19:5; Yas. 7:6). Tanrı’yı tanımayan uluslar İsrail’in gündelik yaşamına bakıp da bu ulusun zenginliklerinin, kutsanmaların, sağlığın ve verimliliğin diğer bütün uluslardan daha ayrıcalıklı bir düzeyde olduğunu fark ettiğinde bunun kaynağının İsrail’in Tanrısı olduğunu anlayacaklar, bunun sonucunda Tanrı’ya yöneleceklerdi. İsrail’in bu özel konuma sahip olmasının gerektirdiği zorunlulukların başında Tanrı’nın buyruklarına tümüne uymaları bulunuyordu (Yas. 26:18). İsrail Tanrı’nın verdiği buyruklara uyduğu ölçüde diğer uluslardan farklı bir refah toplumu olabilecekti. Dolayısıyla İsrail toplumu, Tanrı’nın buyruklarıyla oluşan Kutsal Yasa ile yönetilmekteydi. Tanrı, İsrail ile yaptığı antlaşmanın başında onlardan beklentisini açıkça ifade etmişti: “Siz benim için kâhinler krallığı, kutsal ulus olacaksınız” (Çık. 19:6); daha sonra da demişti ki, “İsrail topluluğuna de ki, ‘Kutsal olun, çünkü ben Tanrınız RAB kutsalım’” (Lev. 19:2). Kutsal ulus olmak, Yahve için ayrılmış ve O’nun ilkelerine göre yaşayan bir ulus olmak demekti. İsrail’in, başka ilahlara tapan uluslardan ayrıldığı en temel nokta, Yahve tarafından yönetilen ve O’nun toplumu olmasıydı. Toplum yaşamında kutsallık zorunluydu.

Ölüm cezasının yasada yer almasının temel nedeni İsrail’in Tanrı ile ilişkisinde yatıyordu.

Kutsallığı bozan her eylem Tanrı’nın İsrail’deki egemenliğine yönelik bir başkaldırı, O’nun buyruklarına karşı itaatsizlik demek oluyordu. Bu günahın yarattığı dinsel kirlilik de yalnızca günahı işleyen kişiyi değil, bütün toplumu etkiliyordu. Günahla kirlenen İsrail’in diğer uluslardan bir farkı kalmamış olurdu (Lev. 18:24). Tanrı İsrail’i aynı biçimde kirlenmemesi, kutsal olması için uyarmıştır; yoksa diğer uluslarla aynı yıkımı paylaşacaktır (Lev. 18:27-28). Akan’ın günahının bütün İsrail’i etkilemiş olması bunun bir örneğidir (Yşu. 7:1-26). İsrail’in işlenen günahtan kirlenmemesi için yapması gereken şey dinsel kirliliği getiren kötülüğün ortadan kaldırılmasıydı (Yas. 13:5; 17:7).

İdam cezasının Eski Antlaşma zamanında uygulanması

Ölüm cezasını gerektiren durumlarda günahı işleyen kişi, kent (ya da konaklanan alan) dışına çıkartılarak öldürülürdü (Yas. 17:4-5). Günahı işleyen öldürüldüğünde, yani kirlilik kaynağı ortadan kaldırıldığında İsrail günahla arasındaki bağı reddetmiş ve Tanrı’ya dönmüş oluyordu. İdam cezası İsrail’i diğer ulusların kirli uygulamalarından arıtıyor ve Tanrı’nın kutsamalarını alabilecek, O’nun diğer halklar karşısında tanığı olmalarını sürdürebilecek duruma getiriyordu.

Bir kişinin idam cezası gerektiren bir suç işlemiş olması onun mutlaka öldürüleceği anlamına gelmiyordu. İdam cezası gerektiren büyük suçların cezasının bedeli başka bir şekilde ödenebiliyordu. Tasarlanarak işlenen cinayet için başka bir bedel ödenemeyeceği bildirilen Say. 35:31 ayetinin varlığı bizi bu yönde düşünmeye itmektedir. Ayrıca Kaiser, yasada bildirilen cezaların ilgili suça verilebilecek en ağır cezayı bildirdiğini yazmıştır.1 Buna göre tıpkı günümüzde görülen davalarda olduğu gibi, hafifletici nedenler varsa daha hafif cezaların verilmesi söz konusu olabiliyordu.

Ancak daha önce de belirtildiği gibi önceden tasarlayarak adam öldürme için herhangi bir ceza indirimi yapılmazdı. Bunun temel nedeni, öldüren kişinin bir insanı öldürmekle Tanrı’nın yarattığı ve O’nun benzeyişinde olan bir varlığı yok etmesidir (Yar. 9:6). Cinayet işleyen kişi hem öldürdüğü insana ve yakınlarına, hem de Tanrı’ya karşı suç işlemiş olmaktadır. Kutsal Kitap’ta “RAB’be saygısızlık” anlamına gelecek başka tür günahların da hafifletilmiş cezalara çarptırılamayacağına ilişkin ayetler yoktur. Yine de RAB’bin İsrail yaşamının temeli olduğu düşünüldüğünde Tanrı’ya sövmek, hakaret gibi suçlara da indirimsiz ölüm cezası verildiği düşünülebilir (bkz. Lev. 24:16-17; Say. 15:30-31).

Günahın sonucu ölümdür.

Günah, ölüm ve sunak

Günahın sonucu ölümdür (bkz. Rom. 6:23). Bu ifadenin anlamı yalnızca günah nedeniyle insanın Tanrı ile ilişkisinin bozulması ve işlenen günahın karanlık ruhsal, sosyal, kişisel sonuçlarıyla karşılaşmaktan ibaret değildir. Bunlara ek olarak söz konusu ifadeden günahın ölümü gerektirdiğini de anlıyoruz.

Eski Antlaşma kurban düzeni bu düşünce üzerinde kurulmuştur. Günah işlendiğinde günahın bağışlatılması için kan dökülmesi de bu düşüncenin uygulamasıdır. “Çünkü canlılara yaşam veren kandır. Ben onu size sunakta kendinizi günahtan bağışlatmanız için verdim. Kan yaşam karşılığı günah bağışlatır” (Lev. 17:11). Bu bağışlatma eyleminin gerçekleştiği yer de sunaktır.

Ölüm cezasını gerektiren suçlarda, günahı ortadan kaldırmak için (kefaret olarak) bir hayvan kurban edilmez, günahı işleyen kişi öldürülürdü. Dolayısıyla hem hukuksal hem de ruhsal bir ceza söz konusu olurdu. Eğer günah bağışlatılabilir bulunduysa gerekli kurban sunakta sunulur, kanı akıtılır ve günah bağışlatılmış olurdu (yine de günahtan zarar gören kişilerin zararlarının karşılanması gerekirdi).

Ölüm cezası ve Yeni Antlaşma

İncil’de toplumsal yaşamı devlet açısından düzenleyen yasal kurallar yoktur. Bu nedenle ölüm cezasına ilişkin Hristiyanlar arasında değişik görüşler bulunmaktadır. Derek Malcolm ve Turgay Üçal, birlikte yazdıkları kitapta ölüm cezasının gerekliliğini savundukları görüşlerini şöyle gerekçelendirmişlerdir:

  1. Bu kişi kasıtlı olarak bir insanı öldürmüştür.  
  2. Ölen kişinin ailesine büyük zarar ve acı vermiştir.  
  3. Aynı zamanda bütün topluma karşı suç işlemiştir.   

Bütün bu nedenler önemli olmakla birlikte böyle bir suçu işleyen kişinin ölümle cezalandırılmasının asıl nedeni onlar değildir. Asıl neden şudur: Tanrı tarafından yaratılmış, hem de Tanrı’nın benzeyişinde yaratılmış bir yaşam yok edilmiştir.2

Daha sonraki sayfalarda ölüm cezasının günümüzde de uygulanmasını savunurlarken, caydırıcılığı nedeniyle insan hayatını korumak açısından oldukça etkin bir yasa olduğunu, Tanrı benzeyişinde yaratılmış bir insanın bütün yaşamını demir parmaklıklar altında geçirmesi ve onun bütün özgürlüklerinin elinden alınmış olarak yaşamasındansa bu kişinin öldürülmesinin daha insani olduğunu, bütün sıfatlarıyla birlikte değerlendirildiğinde ölüm cezasının Tanrı’nın sevgi sıfatıyla çelişmediğini belirtmişlerdir. Onlara göre “bir insanın yaşamını kasten sona erdirmek, bu işlemi yapan kişinin yaşamının da sona ermesini gerektirmektedir. Bu, Tanrı’nın insan yaşamına verdiği değeri korumanın yoludur”.3

Tanrı buyurmuş olduğuna göre ölüm cezası öz olarak ahlâkdışı sayılamaz. Öte yandan Tanrı ne ilk katil olan Kayin ne de çok daha iyi bilinen Davut söz konusunu olduğunda ölüm cezasının bu kişilere uygulanmasında ısrarcı olmamıştır. Bu nedenle merhamet gösterilmesi yanlış olamaz.

Katolik Kilisesi’nin istisnalar dışında ölüm cezasına karşı olan resmi görüşü ise şöyle açıklanmaktadır: “Suçlunun suçu tam olarak kanıtlandığında, insanların yaşamını haksız saldırgandan etkili bir şekilde korumanın tek pratik çözümü saldırganı ölüm cezasına çarptırmak ise Kilise’nin geleneksel öğretisi buna karşı değildir.” Buna karşın devletin güvenliği kansız bir biçimde sağlaması “insan onuruna daha uygun” görülmekte ve suçu işleyene zarar vermeden sonuca gitmek için devletin elinde yeterince imkan olduğundan söz edilmekte ve eklenmektedir: “Suçluyu kesin bir şekilde ortadan kaldırma zorunluluğunun ortaya çıktığı durumlar son derece enderdir, hatta pratik olarak yok sayılabilir”.4 Benzer görüşleri bazı Protestan uzmanlar da savunmaktadır.5

Bir Protestan olan Robertson McQuilkin ise ara yolu savunmaktadır:

Tanrı buyurmuş olduğuna göre ölüm cezası öz olarak ahlâkdışı sayılamaz. Öte yandan Tanrı ne ilk katil olan Kayin ne de çok daha iyi bilinen Davut söz konusunu olduğunda ölüm cezasının bu kişilere uygulanmasında ısrarcı olmamıştır. Bu nedenle merhamet gösterilmesi yanlış olamaz.

İki görüş beni karşıt yönlere doğru çekmektedir. İlk olarak buyruk Musa öncesi döneme aittir, yani Tanrı buyruğun evrensel olarak uygulanmasını niyet etmiş olmalıdır. Öte yandan, Yeni Antlaşma medeni yasaya yeni bir bakış açısı getirmiştir ve ölüm cezasını onaylayan her ifade dolaylı ve yüzeyseldir. Kutsal Kitap’taki belirsizlikten kaynaklanan gerilim ışığında bana öyle geliyor ki, ölüm cezası bir buyruktan çok insanlar tarafından kurulmuş yönetimlerin kararlarına tabidir. Bu nedenle ölüm cezası meşrudur, ama büyük adaletsizliklere yol açmayacak biçimde uygulanmalıdır.6

Yukarıda ifade edilen görüşler, tanrıbilimsel yönleri olmakla birlikte sonuçta siyasal ve felsefi çıkarımlara dayanmaktadır. İdam cezasını savunanların Kutsal Kitap’tan dayanak olarak kullanabildikleri ayetler Yaratılış 9:6 ve Çölde Sayım 35:31’dir.

Öncelikle McQuilkin’in ölüm cezası uygulanmasını Musa öncesi bir buyruk olarak görmesine neden olan Yaratılış 9:6 ayetini inceleyelim: “Kim insan kanı dökerse, kendi kanı da insan tarafından dökülecektir. Çünkü Tanrı insanı kendi suretinde yarattı.” Öncelikle ifade, şiirsel bir yargı ifadesidir. “Cana can, göze göz, dişe diş” biçiminde özetlenebilecek kısas yasasının bir uygulamasıdır. Buyruk, Nuh ile yapılan antlaşma bağlamında değerlendirildiğinde insanlığın yeni bir başlangıç yaptığı bu dönemde insan yaşamının önemini vurguladığı açıktır. Tanrı benzeyişinde bir insan soyu oluşmaktayken adam öldürmek, Tanrı’ya ve yarattıklarına karşı bir suç olacaktır. Yine de bu buyruğun Musa öncesinde verilmiş olması, her zaman her yerde geçerli olması anlamında evrensel bir buyruk olduğunu göstermez. Örneğin sünnet uygulamasının, “antlaşma simgesi” anlamında Musa zamanından önce İbrahim’e buyrulmasına karşın (Yar. 17:10-14) Yeni Antlaşma imanlıları tarafından uygulanması zorunluluğu yoktur (Elç. 15:1-29; Gal. 2:3; 11-21). Bu durum, sünnet yalnızca İbrahim’in soyuna yönelik olsa da Kutsal Yasa öncesindeki bir buyruğun Yeni Antlaşma’da kaldırılmasına bir örnek oluşturmaktadır.

İnanç uygulamaları, bireysel ve dinsel yaşam ile toplumsal alanın birbirlerinden ayrı olduğu bir düzenin önünü açmaktaydı. Bunun sonucunda hiçbir devlet Tanrı’nın yasalarını uygulayarak insanları yargıladığını ileri süremeyecektir.

Karşı bir düşünce olarak sünnetin Yeni Antlaşma’da kaldırıldığı, idam cezasının ise açıkça kaldırılmadığı öne sürülebilir. Yeni Antlaşma farklı bir toplumsal yaşam ortaya koymaktadır. Kutsal Yasa dönemi, açıkça Yasa (şeriat) aracılığıyla Tanrı’nın teokratik yönetimi idi. Önceleri bir devlet sistemi görülmese bile, Musa’dan Samuel’e dek geçen sürede din önderleri halkı Yasa’ya göre yönetiyorlardı. Daha sonra devlet sistemi geliştiğinde de bu durum değişmedi, halkın Yasa tarafından yönetilmesi sürdürüldü. Kutsal Yasa öncesindeki dönemde de Tanrı’nın vahyini alan peygamberler veya önderler, bu vahiy aracılığıyla başında bulundukları topluluğu yönlendiriyorlar ve yargılarını da buna göre veriyorlardı. Kutsal Yazılar’da bu duruma ilişkin çok örnek olmasa da vahyin niteliği gereği böyle olması gerektiği düşünülmektedir. Her iki dönemde de Tanrı, toplumun yönlendirilmesi için teokratik bir sistemi öngörmekteydi. Hatta, tıpkı McQuilkin gibi Yahudi bilginleri de Musa öncesi buyrukların evrensel olarak bütün zamanlarda bütün ulusları bağlayan buyruklar olduğunu düşünmektedir. Ancak bu evrensel buyruk anlatılırken cezanın da evrensel olduğundan söz edilmemektedir.7 Zaten ceza sürecinin evrensel olması beklenemez. Çünkü cezayı belirleyecek sosyal, kültürel, ekonomik, dinsel ve siyasal durumlar her toplumsal yapı için farklılık taşımaktadır. Bu durum Yeni Antlaşma’da da görünmektedir. İsa, Tanrı buyruğunun insanın yaşamının her noktasını yönlendirmesi gerektiğini elbette biliyordu. İsa’nın “Rab’bi bütün yüreğinle, bütün canınla ve bütün aklınla seveceksin” (Mat. 22:37) sözü, Tanrı’nın insanın yaşamının her anının efendisi, egemeni olduğunu ifade eder; ancak Yeni Antlaşma Hristiyanlar’a teokratik bir devlet sistemi öngörmemektedir. Tersine İsa, “Sezar’ın hakkını Sezar’a, Tanrı’nın hakkını Tanrı’ya verin” (Mat. 22:21) derken laik bir sistemi işaret etmekteydi. Yani inanç uygulamaları, bireysel ve dinsel yaşam ile toplumsal alanın birbirlerinden ayrı olduğu bir düzenin önünü açmaktaydı. Bunun sonucunda hiçbir devlet Tanrı’nın yasalarını uygulayarak insanları yargıladığını ileri süremeyecektir. İsa “İdam cezasını kaldırıyorum” demediyse de, devletin dinsel alandaki söz hakkını kısıtlayarak bunu sağlamıştır. Ayrıca uygulamada da yasaya göre öldürülmesi gereken biri olan zina sırasında yakalanan kadına yaklaşımı da bunu doğrulamaktadır (Yu. 8:1-11). İsa’nın, idam cezasının uygulanmasını gerektiren bir hukuki durumda cezayı onaylamaması ya O’nun adaletsiz olduğunu ya da bu cezanın uygulanmasını gerektirecek koşulların olmadığını göstermektedir. İsa ceza yetkisini sorgulamıştır: “içinizde kim günahsızsa…” Aynı ceza yetkisinin sorgulanması genel olarak teokratik olmayan her koşul için geçerlidir. O kadını yakalayanlar da, idam cezasını uygulaması gereken devlet de bir insanın öldürülmesine karar verecek yeterlilikte değildir. İsa’nın, Tanrı’nın Egemenliği konusunda verdiği ders daha ileride ayrıca incelenecektir.

Bunların yanı sıra İsa, hem kısas yasası hem adam öldürme konularını ele aldığı Dağdaki Vaaz’da merhameti ve barış için feragati vurgulamıştır (Mat. 5:21-26,38-42). Adam öldürme sonucunda kişisel olarak zarar gören aile ile mağdur yakınları bağışlayıcı olmaya çağrılırken, doğrudan Tanrı’nın yasalarını uygulamayan devletin Tanrı’nın Yasası’nda bulunan cezayı uygulayamayacağı açıktır. Devlet ve yönetimdekiler, toplumsal düzeni sağlayan yönetme yetkilerini Tanrı’dan almışlardır (Rom. 13.1-7). Ancak Tanrı’nın Yasası’nı uygulamayan bir devletin bir insanın öldürülmesine karar verme yetkisi yoktur. Çünkü insan Tanrı benzeyişindedir ve Tanrı’nın yaratığıdır, O’na aittir. İdam cezası ancak Tanrı tarafından yönetilen bir devlette adil olabilir.

Dolayısıyla Nuh zamanında verilen buyruk nedeniyle günümüzde bir insanın idam cezası ya da cinayet aracılığıyla öldürülmesine izin vermek, bunu hoş görmek doğru değildir. Üstelik bu dönemde verilen buyruğun bütün zamanlar, bütün uluslar için geçerli olduğu kanısı da Tanrı sözünden değil, geleneksel uygulamalardan kaynaklanan yaygın bir görüştür. Doğruluğu ise her geleneksel öğreti kadar tartışmaya açıktır.

Üstelik aynı paragrafta yer alan Yaratılış 9:4 ayeti de paralel bir buyruktur: “Yalnız kanlı et yemeyeceksiniz, çünkü kan canı içerir”. Bu ayet nedeniyle az pişmiş biftek yemenin evrensel olarak yasaklanması gerekmemektedir. Buyrukları bağlamları ile değerlendirmek gerekmektedir. Bu nedenle Yaratılış 9:5-6’daki buyruk bizi ölüm cezasını kabul etmeye zorlamamaktadır. McQuilkin’in Yeni Antlaşma’da ölüm cezasını dolaylı ve yüzeysel olarak onaylayan ayetlerden söz edişine daha sonra bu yazıda değinilecektir.

Her koşulda uygulanan mutlak bir cezadan değil, ancak seçilebilecek cezaların en ağırından söz edildiğini ve istisnalar olduğunda ölüm cezasından vazgeçilebileceğini görmekteyiz.

Malcolm ve Üçal da, kitaplarında açıkça belirtmeden Yaratılış 9:6 ayetine gönderme yapmaktadır. Tanrı benzeyişindeki birinin öldürülmesi Tanrı’ya karşı işlenen bir suçtur. Yine de Tanrı bu buyruğu verdikten sonra, üstelik Çölde Sayım 35:31’deki sözlere karşın, Kral Davut’u ölümle cezalandırmamıştır (2Sa. 12:1-15). Tövbe eden Davut’un canı kurtulmuştur (Mez. 51). Dolayısıyla her koşulda uygulanan mutlak bir cezadan değil, ancak seçilebilecek cezaların en ağırından söz edildiğini ve istisnalar olduğunda ölüm cezasından vazgeçilebileceğini görmekteyiz. Malcolm ve Üçal, diğer gerekçelerinde adam öldüren kişinin topluma karşı suç işlediğinden söz etmektedir. Burada ölüm cezasının nedenlerini kısaca yinelemekte yarar vardır:

  1. Tanrı benzeyişinde biri öldürülmüştür (Tanrı’ya karşı suç.)
  2. Tanrı’nın tanığı olması gereken toplum kutsallığını yitirmiştir (Tanrı’ya ve topluma karşı suç.)

Diğer gerekçelerle (ailenin acısı, parasal kayıplar) ölüm cezası arasında bağ yoktur. Bunlar için başka cezalar uygulanmaktadır (örn. bkz. sığınak kentler, Say. 35:6-34).

Yaratıcı Tanrı, yarattıkları üzerinde egemendir ve verdiği yaşamı ölüm cezası aracılığı ya da başka bir biçimde alması ahlâksal bir çelişki oluşturmaz. Musa’nın Yasası koşullarında ve önceki göçebe toplumda ölüm cezasının uygulanmasının tanrıbilimsel temeli, söz konusu toplumun teokratik bir toplum olmasıydı. Toplum Tanrı’nın buyruklarını uyguluyordu; medeni yasası Tanrı’nın buyruklarından ibaretti. Ülkenin Kralı Tanrı idi (Çık. 15:18; Say. 23:21; Yas. 33:5; 1Sa. 8:7). Yasa Koyucu ve Yönetici olan Tanrı’nın buyruklarına karşı gelmek, O’na karşı suç işlemek oluyordu. Tasarlayarak adam öldürüldüğünde, hem Tanrı’ya isyan suçu işlenmiş hem de kutsal İsrail halkı kirletilmiş oluyordu. Sonuçta günaha karşı tek çözüm öneriliyordu: Kan dökülmesi. Tasarlayarak adam öldürülmesi durumunda dökülen, katilin kanı oluyordu.

Yeni Antlaşma döneminde ölüm cezasının uygulanmasını olanaksız kılan birinci neden, teokratik toplumlarda yaşamıyor olmamızdır. Tanrı Yeni Antlaşma ile birlikte ortaya çıkan Kilise çağında teokratik devletlerin olmasını buyurmamaktadır. Bu nedenle “Sezar’ın hakkını Sezar’a, Tanrı’nın hakkını Tanrı’ya” vermek durumundayız (Mat. 22:21). Ülkelerimizi yöneten kişiler için dua ederiz, vergimizi öderiz, onlara bağlı kalırız (Rom. 13:1-7). Ancak onların Tanrı adına siyasal etkinlikte bulunmalarına neden olacak Kutsal Kitap ayetleri yoktur. Ülkeyi Hristiyanlar yönetse bile, ülkenin yöneticisi Tanrı olmayacaktır (bkz. 1Sa. 8:7). Dolayısıyla daha önce ifade ettiğimiz gibi Tanrı tarafından yönetilmeyen bir toplumda, Tanrı benzeyişindeki bir insanı öldürmekle Tanrı’ya karşı işlenen bir suçu ölüm cezasıyla cezalandırmak olanaksızdır, çünkü bu karar sonucunda yine (günahkâr olsa bile) Tanrı benzeyişindeki bir insan öldürülecektir. Teokrasi ölüm cezasının ön koşuludur.

Eski Antlaşma’da kent dışına çıkartılarak ölüme teslim etmek olan ceza, Yeni Antlaşma’da topluluktan çıkartarak ölüme teslim etmek biçimini almıştır.

Kilise çağında, daha önce Eski Antlaşma döneminde ölüm cezasını gerektiren suçlar için başka bir ceza uygulanmaktadır. 1. Korintliler 5’te bu suçlar sıralanmakta ve 13. ayette yargı verilmektedir: “Kötü adamı aranızdan kovun!”. Kilise için bu ayetin anlamı günahkârı kilise üyeliğinden çıkartarak terbiye etmek, aforoz etmektir. Her ne kadar sayılan günahlar arasında adam öldürmek yer almasa da putperestlik Yasa’da ölümü gerektiren bir cezaydı. “Kötü adamı aranızdan kovun!” sözü Yasa’nın Tekrarı kitabındaki “Aranızdaki kötülüğü ortadan kaldırmalısınız” sözüne karşılık gelmektedir (Yas. 13:5; 17:7). Eski Antlaşma’da kent dışına çıkartılarak ölüme teslim etmek olan ceza, Yeni Antlaşma’da topluluktan çıkartarak ölüme teslim etmek biçimini almıştır. Ne de olsa Yeni Antlaşma çağında Tanrı’nın Egemenliği (özünde ruhsal bir egemenliktir) bir başlangıç niteliğinde kilisede gözükmektedir; kilisenin dışında kalanlar ise karanlığın egemenliğindedir (Kol. 1:13). Kilise disiplini, suçluyu Şeytan’a teslim etmek demektir (1Ko. 5:3). Eğer söz konusu suç, devleti ilgilendiren bir kamu suçu ise (adam öldürmek gibi), devlet ayrıca kendi yasalarına uygun cezayı verecektir. Bu noktada biz, Eski Antlaşma ölüm cezasını öngörüyordu, diyerek idam cezasını savunamayız. Çünkü biz Tanrı’nın alanıyla ilgileniyoruz; Sezar’ın (devletin) alanı Yeni Antlaşma’nın buyruklarıyla bağlantılı değildir.

Bazıları için Yeni Antlaşma kanıtı olarak gösterilen Romalılar 13:4’te “Yönetim, kılıcı boş yere taşımıyor” sözünde kılıç bir infaz aleti olarak bildirilmez. Ne Roma zamanında ne de günümüzde, silah taşıyan güvenlik güçleri yasal yargılama süreci olmaksızın infaz etme yetkisine sahiptir. Kılıç, tıpkı günümüzde Türkiye’de polislerin silah taşımaları gibi sahip olunan yetkiyi ifade eder. Ülkemizde idam cezası yoktur, ama polisler suçu önleme yetkisi ve gücünün bir kanıtı olarak silah taşır.

McQuilkin, kitabında ölüm cezasının uygulanmasında karşılaşılan adaletsizliklerden söz etmektedir.8  Ülkemizde de yasalarla çelişik, tartışmalı ölüm cezası uygulamaları görülmüştür. Ölüm cezası günümüzde siyasal bir yok etme aracı olarak kullanılmaktadır. Egemen güçlerin korkutma aracı olarak kullanılabilmektedir. Ve bu sırada birçok suçsuz kişi geri alınamayacak bir cezaya çarptırılmaktadır.

Ölüm cezası ile öç alma ve suçludan nefret etme duyguları karışabilmektedir. Yeni Antlaşma, bağışlamayı ve bize karşı işlenen suçlar söz konusu olduğunda feragat etmeyi öğütlemektedir.

Üstelik, yukarıda Katolik Kilisesi’nin yayınında yapılan alıntıda belirtildiği gibi, suçu önlemek için insan onuruna daha uygun cezalar vardır. İdam etmenin ömür boyu hapisten daha iyi olduğunu söylerken yazarlar, söylediklerinin anlamını çok da derin düşünmüyor olmalılar. İnsan yaşamı değerlidir ve Tanrı herkesin tövbe etmesini bekleyerek sabretmektedir (Elç. 17:30; 2Pe. 3:9). Bazı ülkelerde bulunan birçok insan günümüzde “hapishane hizmeti” adı verilen hizmetten yararlanarak İsa Mesih’i Kurtarıcı olarak kabul etmiştir. Bunlar arasında idam edilmeyi bekleyenler de olduğu bilinmektedir. Hristiyanlar’ın herhangi bir insanın tövbe etmesine engel olabilecek bir çözümü önermesi mümkün değildir. Çünkü bu kişi Tanrı’nın benzeyişindedir.

Ölüm cezası, Eski Antlaşma döneminde yer almış olsa bile, Yeni Antlaşma döneminde Hristiyanlar tarafından savunulabilecek bir ceza değildir.

  • 1Walter C. Kaiser Jr., Toward Old Testament Ethics (Grand Rapids, Michigan: Academie Books, 1983), s. 298.
  • 2Derek Malcolm ve Turgay Üçal,  Ahlâk: Kutsal Kitap’a Göre Etik (İstanbul: Babylon, 2003), s. 107-108.
  • 3A.g.e., s. 111-113.
  • 4Katolik Kilisesi Din ve Ahlâk İlkeleri; Çev. Dominik Pamir ( İstanbul: Yaylacık Matbaası, 2000), s. 521; vurgu eklenmiştir.
  • 5David K. Clark ve Robert V. Rakestraw, Readings In Christian Ethics, 2. Cilt (Baker Books; 1996), s. 451-486.
  • 6Robertson McQuilkin, Biblical Ethics (Carol Stream, Illinois: Tyndale, 1989), s. 365.
  • 7Yusuf Besalel, Yahudilik Ansiklopedisi, 2. Cilt; (İstanbul: Gözlem, 2001), s. 448.
  • 8McQuilkin, a.g.e., s. 365-366.
  • Telif Hakları © 2006
  • İhsan Özbek
  • Tüm Hakları saklıdır. İzin ile kullanıldı.
İlk yayınlama: e-manet Sayı 8 (Ocak - Mart 2006), s. 6–10.