Rüyamda yardım için bağırmak isteyip boğazımdan ses çıkaramadığım, nerede olduğumu ve buraya nasıl geldiğimi bilemediğim anlar gibi...
Rüyamda, kalabalık oda içinde, ait olmadığım, tanıyamadığım, küçük gruplar halinde birbiriyle sohbet ederken bana yan gözle bakan insanlara kendimi anlatmak istediğim ama ağzımdan ses çıkaramadığım, zaten sesimi çıkarabilsem ne söyleyeceğimi de bilemediğim anlar gibi...
Ayak bileğim çok ağrıyor. Ayağımı görmeye çalışıyorum ama göremiyorum. Yoğun, dikenli çalılar arasındayım, ayağım takılmış, kendimi buradan çıkaramıyorum. Bağır bağır bağırıyorum: Sesimi duyan yok mu? … Yardım eden yok mu?
Gezdik tozduk. Eğlendik. Avare dolaştık. İçim huzursuzdu. Sendeleyip düştüğüm oldu ama neden tökezlediğimi bilemedim. Zifiri karanlıkta çarpışan otolar gibi çarpıştı egolarımız. Kendime geldim, bakındım, o eski satırlar geldi aklıma, “Bahçeler bozuldu, yuvalar dağıldı, yollar silindi, cihan viran oldu.” Gitmeliyim ama çok yorgunum.
Yataktan kalkıp kiliseye gitmeliyim. Kahvaltımı erken yapıp kiliseye gitmeliyim. Kardeşlerin sesleriyle ilahiler çınlıyor aklımda. Kendime demli bir çay daha hazırladım, gazetenin sayfasını çevirdim. Evimiz ne rahat.
Uzaklaşan koyun kim olabilir?
Hani, Eski Antlaşma’da, Kutsal Kitap’ın en uzun bölümü olan 119. Mezmur’da, Rab’bin sözünü çok seven ve Rab’bin sözünü seven halkını da çok seven o imanlı var ya…
Hani, “Sözün adımlarım için çıra, yolum için ışıktır,” “Kararlıyım sonuna kadar senin kurallarına uymaya,” “Senden korkanlar beni görünce sevinsin, çünkü senin sözüne umut bağladım” ve “Dostuyum bütün senden korkanların, koşullarına uyanların” diyen imanlı… (119:105,112,74,63)
Bu imanlının o uzun mezmurda söylediği son sözü oysa şu oldu: “Kaybolmuş koyun gibi avare dolaşıyordum; kulunu ara, çünkü buyruklarını unutmadım ben” (119:176). Bu ayet, Churchill’in bir yerde tabir ettiği gibi, “bilmece içinde muammadır”!
Nasıl oldu da Rab’bi ve sözünü bu kadar çok seven imanlı “avare dolaşır oldu”? Madem kendine gelerek Rab’be ve halkına dönmeye istekliydi, neden Rab’be “Beni ara!” diye feryat ediyor? Rab’bi hoşnut eden, Rab’bin buyurduğu şeyleri de unutmuş değildi. Ne karmaşık bir ruh hali; hem istekli hem harekete geçemiyor! Rab’bin isteğine yürekten bağlı ama arzuladığı itaatkârlığı tek başına sergileyemiyor.
Üstelik de bu imanlı – böyle bir imanlı – bu uzun mezmurun son ayetine geldiğinde, kompozisyon açısından çok çeşitli vurgulardan birini seçebilirdi. Neden ille de kendini, iman hayatını, gözlerimizin önünde bu şekilde sergilemeyi uygun görmüştü?
Tabii ki, imanlının hayatı Rab’bin inayetiyle, Ruh’un yardımlarıyla, zaferli ve tutarlı olabilir, olmalıdır da. Ama aynı zamanda, zayıflığımız Kutsal Kitap’ın bize hiçbir zaman unutturmadığı bir gerçektir.
İsa, hizmetinde, sürekli kalabalıklar içindeydi. Bunlar çoğunlukla Yahudi olmayan uluslardan insanlar değil, Tanrı halkı Yahudi’ydiler. Ama gene, çoğunlukla, bunlar “zaferli” değil, “şaşkın ve perişandılar.” İsa onlara sitemle bakmadı. “Sizi imanlı bozuntuları sizi!” diye hayıflanmadı. Onların sorununun çobansızlık olduğunu anlayarak onlara acıdı (Mat. 9:36).
Bu “acımak” terimi epey duygusaldır; İsa, sorumluluktan çok, kalbini paramparça eden derin bir merhamet duyduğundan dolayı kalabalıklarla ilgilendi.
Çoban ne yapsın? Koyun kolaylıkla, farkında olmadan, uzaklaşabilir. İmanlı kardeş fiziksel olarak bir yere gitmese bile, için için uzaklaşıyor olabilir. Kardeşleri çobansız bırakmamak için ne lazım? Tabii ki, Tanrı’nın sözüyle onları beslemeliyiz. Ayrıca, bıkmadan usanmadan ilgilenmeliyiz; anlayış, şefkat, sabır ve teşvikle yaklaşmalıyız.
Çobanlık böylece kolay değil, zor ve yorucudur. Ama, çok şükür, çobanların Çobanı bizi asla çobansız bırakmaz!