“İmanlılar, cesaretlerini kıran deneyimlerini paylaşarak birbirlerini cesaretlendirmeliler” demiştir bir yerde Edith Schaeffer.
Matta İncili’nde, İsa’nın öğrencilerinin – her ne kadar her şeyi bırakıp İsa’yı izledilerse de – “ruhsal kahramanlık”ları değil, zayıflıkları ön plandadır. Öyle ki, birçok durumda İsa onlara “kıt imanlı” der (bkz. 6:30; 8:26; 14:31; 16:8; 17:20-21). Belli başlı durumlarda da İsa’nın misyonunu, öğrettiklerini ve değerlerini kavrayamadıkları vurgulanır (bkz. örneğin, 15:16; 16:11; 16:21-23; 19:13-25). İsa tutuklandığında Petrus O’nu inkâr etti (26:69-72) ve bildiğimiz gibi, hepsi kaçtılar.
Matta’da İsa’nın hayatı ve öğretileri, öğrencilerin yetersizlikleriyle karşılaştırıldığında, Tanrı’nın Egemenliği’nin değerlerinin ne kadar üstün (ve zor!) olduğu çarpıcı şekilde sergilenmiş olur. Böylece de İsa’nın öğrencisi olmanın bir statüden çok, olgunlaşma süreci olduğunu daha iyi anlarız. Çeşitli konularda zayıf olduğumuz gerçektir. Nitekim Yakup, “hepimiz çok hata yaparız” demiştir (Yak. 3:2).
Tabii ki kutsal ve zaferli bir yaşayışa erişmeyi amaçlıyoruz. Ama kilisede gerçekçi bir kutsallık sağlanacaksa bu, “çok kutsal” imişiz gibi takılan maskelerle değil, aramızda yaşanan açık yürekli ilişkilerle meydana gelecektir.
Böyle bir girişten sonra, sizinle imanlı hayatımda zorlandığım bir konu hakkında paylaşmak istiyorum: kızgınlık. Beni tanıyan insanlar belki “kızgın insan” olduğumu düşünmez. Genelde de herkesle iyi geçinmeyi severim, ona buna habire kızmadığım da doğrudur. Fakat nedense özellikle aile bağlamı içinde sinirlendiğim zamanlar oluyor.
Yaklaşık 30 sene önce, büyük oğlum altı yaşındayken bir hareketiyle bana annesine saygısızlık yaptı gibi geldi. Annesi bu davranışlarından rahatsız olmamıştı ama ben oğlumu azarladım, sertçe konuşarak ağlattım. Eşimse bana, “Neden bu kadar kızgınsın?” diye sordu.
Olgun bir imanlı olarak tabii ki kendimi savundum! Baba olarak çocuğuma sevecenliği göstermenin yanı sıra yeri geldiğinde sert davranmam da gerektiğini anlattım. Herhalde bu tutumumu meşrulaştırmak için, “Onun için Tanrı’nın iyiliğini de sertliğini de gör” diyen Romalılar 11:22 ayetine başvurmuştum. (Herhalde ayeti, “hem severim hem döverim” sözünün bir nevi mümincesi olarak görmüşümdür!)
Bu mantığımda küçük bir sorun vardı: Ben Tanrı değilim!
Eşimin bana sorduğu o soru, Kutsal Ruh’un inayetiyle, beni iyice düşündürdü, özeleştiri yapmama vesile oldu. Kutsal Kitap öğretmeni olarak öfke ile gazap konusunu araştırdım. Böylece, gazap göstermenin insanlara değil, ancak her şeyi bilen ve tamamen adil yargıç olan Tanrı’ya ait olduğunu anladım. Öfkenin ahmaklık olduğunu (Özdeyişler), benlikten kaynaklandığını (Gal. 5) ve Tanrı’nın istediği doğruluğu sağlamadığını (Yak. 1) da bellemişimdir.
Bir ara bir ruhsal danışman bana ilginç bir öneride bulundu. “Kızdığın zaman kendine, ‘Neden korkuyorum?’ diye sor” dedi. “İnsan olarak korktuğumuzu itiraf etmektense, kızmayı tercih ederiz” diye anlattı. Şu anlamlı örneği de paylaştı: “Farz edelim, AVM’de gezerken küçük çocuğunuz birdenbire kalabalık içinde gözden kayboldu. Dehşet dolu anlar yaşadıktan sonra, çocuğun yakın bir mağazanın vitrinine baktığını fark ettiniz. Bu durumda anne baba olarak ilk tepkimiz, ‘Ah, yavrum benim! Seni kaybettim diye o kadar çok korktum ki!’ demek değil, ona kızgınca, ‘Niye bizden uzaklaştın! Elimi sıkı tut ve sakın bırakma!’ gibi tembihlerde bulunmaktır.”
Danışmanın söylediklerini yıllarca düşündükçe, Rab’bin önünde sadece sinirlenmeye eğilimli olmadığımı, derinliklerimde ezik, özgüveni düşük, endişeli bir insan olduğumu anladım. Hem size, hem kendime bunu itiraf etmek pek hoş bir duygu değildir elbette! Ama doğru teşhis konulmadıkça, doğru tedaviyi uygulamak mümkün değildir!
Doğru tedavi ise Rab’be güvenmektir! O’na başımdan geçen her tür durumda bilinçli bir şekilde güvenmeye özen gösterdikçe, korkularım ve kızgınlıklarım yavaş yavaş azalmaktadır.
Mesih’in benzerliğine dönüşüm uzun vadeli bir süreçtir. Bu konudaki zayıflığımın yararınıza olacağı ümidiyle paylaştım. Rab hepinizi bereketlesin!