Geçenlerde iki Türk kardeşle görüşmeyi beklerken bir başka yabancının hizmeti hakkında sohbet ediyorlardı, ben de kulak misafiri oldum. Bu yabancı kardeşin hizmetinin kendilerine ne kadar yararlı olduğunu, vaazlarından da her zaman çok bereket aldıklarını belirtiyorlardı.
Bizim görüşme vaktimiz geldi, son derece hoş ve yararlı bir vakit geçirdik. Ondan sonra biraz boş vaktim vardı, aynı pastanede oturarak çalıştım. Ama bir şey fark ettim: içimi hafif bir huzursuzluk kemiriyordu. “Neyin var senin?” diye sordum kendi kendime. Sanki sorar sormaz ağzımdan bir cümle çıkıverdi: “Hiç kimseyle rekabet etmiyorum... Hiç kimseyle!”
İnsanın iç hayatı, bilinçaltı öyle bir şey ki bazen duygular, tepkiler, farkındalıklar âdeta yığın halinde ortaya çıkıyor. Burada yaşadığım duygusal tepkiyi ve bu tepkiyle neredeyse eşzamanlı söylenen “rekabet etmiyorum” ifadesini sizin için yorumlayayım.
Türkiye’de hizmet eden bir yabancı olarak başka bir yabancının çok “başarılı” olduğunu duyduğumda farkında olmadan bilinçaltımda kendimi o kardeşle karşılaştırmışım ve “o çok beğenilmişse ben daha az beğeniliyorum herhalde” gibi bir sonuca varmışım. (Burada benim serseri bilinçaltımın vardığı sonuç mantıken her ne kadar zayıf olsa bile, duygusal olarak herhalde çok anlaşılır ve hatta yaygın bir tepkidir!) Gene, bilinçaltımda, daha az beğenildiğim için üzülmüşüm, huzursuz olmuşum.
Ama hafifçe huzursuz olduğumu fark edince, özeleştiri yaptım, duygularımı sorguladım.
İmanlı için özeleştiri kaçınılmaz bir önem taşır, çünkü başka şekilde yürek tutumumuzun ne olduğunu kestiremeyiz. Tanrı’nın hikmeti de bize, “Her şeyden önce de yüreğini koru, çünkü yaşam ondan kaynaklanır” (Özd. 4:23) diye uyarır. Yürek tutumumuz bütün hayatımızın gidişatını belirler.
“Neden böyle huzursuzsun?” diye kendime sorar sormaz kendimi “Hiç kimseyle rekabet etmiyorum!” diye ilan ederken buldum! Bu neden böyle oldu? Çünkü bu sorunun cevabı (“Çünkü ‘hizmet yarışı’nı sen kaybediyorsun, o kardeş sana galip geldi!”) bilincimin ucuna gelir gelmez, içselleştirmiş olduğum bir gerçek, Kutsal Ruh’un inayetiyle, hemen yüreğime egemen oldu. O gerçek de şudur: “Tanrı bedenin her üyesini dilediği biçimde bedene yerleştirmiştir.” (1Ko. 12:18)
Kilise olarak amacımız Mesih’i tanımak ve tanıtmak, hep birlikte de O’na benzer hale gelmek. Bu sürecin sonucunda da Rabbimiz hak ettiği gibi yüceltilecektir. Tek yüceltilecek, övülecek O’dur, yüceliğini, onurunu, övgülerini başkasına bırakmaz (bkz. Yşa. 42:8).
O zaman hizmette başka kardeşlerle “onur yarışı”na girmem anlamsız olduğu kadar zararlı bir davranıştır! Bedenin bir üyesi olarak Tanrı’nın beni kendi sevecen ve hikmetli takdirine göre nasıl bir amaçla bedene yerleştirdiğini anlayarak O’nun iradesine uygun bir şekilde işlemeye gayret etmeliyim, bununla da tatmin olmalıyım.
Tanrı’nın iradesinden daha önemli veya şerefli bir şey yapamazsınız ki!
Hepimiz meşhur Romalılar 12:1-2 ayetlerini çok iyi biliyoruz:
Öyleyse kardeşlerim, Tanrı’nın merhameti adına size yalvarırım: Bedenlerinizi diri, kutsal, Tanrı’yı hoşnut eden birer kurban olarak sunun. Ruhsal tapınmanız budur. Bu çağın gidişine uymayın; bunun yerine, Tanrı’nın iyi, beğenilir ve yetkin isteğinin ne olduğunu ayırt edebilmek için düşüncenizin yenilenmesiyle değişin.
Burada ne kadar değerli bir çağrı var: Diri kurban olun! Tanrı’nın isteğini ayırt edin! Düşüncenizin yenilenmesiyle değişin!
Peki, bu ayetleri izleyen Romalılar 12:3 ayetini biliyor muyuz? Pavlus şöyle diyor:
Tanrı’nın bana bağışladığı lütufla hepinize söylüyorum: Kimse kendisine gereğinden çok değer vermesin. Herkes Tanrı’nın kendisine verdiği iman ölçüsüne göre düşüncelerinde sağduyulu olsun.
Bu da son derece önemli bir çağrıdır: Tanrı her imanlıya bir “iman ölçüsü” vermiştir. Her birimizde özel olarak Mesih bir “lütuf ölçüsü”nü biçimlendirmiştir (bkz. Ef. 4:7). Görevimiz, bize takdir edilen iman ve lütuf ölçüsünü keşfederek ona göre hizmet etmektir.
Ne biçim insansın... Mesih’te?