Giriş Notu
Tarihçi Bernard Lewis, The Emergence of Modern Turkey (Oxford: Oxford University Press, 1979) adlı kitabında Fransız devriminin bazı temel kavramları hakkında şu yorumlarda bulunur:
Fransız Devrimi'yle birlikte ilk kez İslam dünyasıyla Dar-ül Harb’ı birbirinden ayıran sınırı delen, Müslüman önder ve düşünürler arasında kabul gören ve Müslüman toplumun her kesimini az ya da çok bir dereceye kadar etkileyen büyük bir düşünce hareketliliğine tanık oluruz.
Batılı düşüncelerin 19. yüzyılda İslam dünyasında elde ettiği başarı, çoğu kez Batı’nın hızlı kalkınmasına ve Avrupa ekonomisinin, siyasetinin ve en nihayetinde askeri gücünün İslam dünyasının çoğunluğunda üstünlüğünü kabul ettirmesine bağlanır… Ancak bu yeterli bir açıklama değildir… Avrupa’nın zenginliği ve gücü, diğer Batılı düşünce kalıpları yerine neden Fransız Devrimi’nin bu kadar geniş bir kabul gördüğünü açıklamaz. Daha sonradan dönemin ve siyasetin ihtiyaçlarına göre değiştirilen bu düşüncelerin çekiciliği ilk olarak daha çok sekülarizmle ilişkilidir. Fransız Devrimi, entelektüel düşüncenin tamamen din dışı kavramlarla ifade edildiği Avrupa’daki ilk büyük sosyal ayaklanmadır. Sekülarizm bu haliyle Müslümanlar için pek çekici değildir, fakat Hristiyan olmayan, hatta Hristiyanlık karşıtı olan ve önde gelen savunucuları tarafından Hristiyanlık’tan ayrıldığı vurgulanan bir Batılı hareket içinde İslam dünyası, kendi dini inanç ve geleneklerinden ödün vermeden Batı medeniyetinin gücünün elde edilmesi zor olan sırrını bulmayı umut edebilir.1
10 Kasım 1793’te Fransa’nın en büyük kilisesi olan Notre Dame Katedrali, daha önce görülmemiş bir manzaraya tanık oldu. Altı yüzyıldan fazla bir süre ulusun Hristiyan kimliğinin bir simgesi olarak hizmet etmiş katedralin adı, devrimin heyecanı içinde Aklın Tapınağı olarak değiştirilmişti. Kilisenin orta bölümünde Greko-Romen motiflerle süslü kartonpiyerden yapılma bir dağ maketi duruyordu. Özgürlüğü temsil eden beyazlar giyinmiş bir kadın, Akıl alevinin önünde eğilmiş, çiçekler ve bitkilerden oluşan bir tümseğe oturmuştu. Bu tersine çevrilmiş “tapınma töreni”, Fransız Devrimi’nin Hristiyanlık karşıtı programının en büyük simgelerinden olup devrim önderlerinin kilisenin ağır ve yerleşik bir parçası olduğunu düşündükleri şeyden kurtulma çabasını ifade ediyordu.
Devrimciler krallarla birlikte azizlere yapılan göndermeleri de ortadan kaldırmak amacıyla Paris’te bin dört yüz sokağın adını değiştirdiler. Rahipler, papazlar ve diğer din görevlileri görevlerini terk etmeye zorlandı. Fransa’nın Roma Katolik Kilisesi’yle asırlardır süren bağlantısını kökünden sökmek için genel bir çaba sarf edildi.
8. yüzyılın sonunda dinsel inancın her türlüsüne karşı ulus geneline hâkim olan güvensizliğin Fransız Devrimi’nin gidişatı üzerine ağır basan bir etkisi olduğu şüphe götürmez.
Tarihçi ve düşünür Alexis de Tocqueville’in daha sonradan yazdığına göre Hristiyanlık düşmanlığı sınır tanımıyordu: “Fransa’da… Hristiyanlık’a neredeyse taşkın bir biçimde saldırıldı ve onu bir başka dinle yer değiştirmek söz konusu değildi. İnsanları atalarının imanından vazgeçirmek için tutkulu ve ısrarlı çabalar harcandı. Fakat imanlarını yitirmelerinin ardından ortaya çıkan boşluğu dolduracak hiçbir şey sağlanmadı.... 18. yüzyılın sonunda dinsel inancın her türlüsüne karşı ulus geneline hâkim olan güvensizliğin Fransız Devrimi’nin gidişatı üzerine ağır basan bir etkisi olduğu şüphe götürmez.”
Yıllar geçtikçe biriken birtakım etkenler, Hristiyanlık’a karşı yapılan bu saldırıyı doğurmuştu. 1789’da, devrimin hemen öncesinde mevcut olan gerilimlerden bazıları şunlardır:
- Siyasi düzen (mutlak monarşi) ile siyasi gerçeklik (kralın gücünü her yönden sınırlandıran asillerin ve Roma Katolik Kilisesi’nin geleneksel imtiyazları) arasındaki gerginlik.
- Katolik Kilisesi ve monarşinin geleneksel otoriter yönetimi ile Aydınlanma’nın entelektüel ileri gelenlerinin temsil ettiği insan aklına dayalı yaklaşım arasındaki entelektüel çekişme.
- Sosyal gerilimler yüzünden aristokratlar, ticari çıkarlara sahip yükselen “orta sınıftan” ayrıldı ve her iki grup da, çok yoksul olmasına karşın en ağır vergi yükü altında ezilen geniş köylü sınıfından koptu.
Bu gerilimler 1789 Devrimi’nde patlak verdi. Şaşırtıcı olan şey, devrimin başlarda bazı ateşli Protestanlar tarafından desteklenmesiydi. Avrupa’da bu tutumu olumlu karşılayıp benimseyen duyarlı bir kitle de vardı. Toplum en sonunda krallar, asilzadeler ve din adamlarından meydana gelen azınlığın özel çıkarları yerine tüm toplumun iyiliğini gözetme ilkesine yöneliyordu.
Ne var ki, Fransa’daki devrimin gidişatı kısa zamanda ilk umutları söndürdü. Karışıklıklar ve çalkantılar birbirini ardınca geldi. Geleneklerden ve babadan oğula geçen elit yönetiminden kaçmak, özgürlüğün yeşermesi yerine yeni baskı odaklarının ortaya çıkmasına yol açtı. Yeni yöneticilerin yönlendirdiği gelişigüzel şiddet, eşitlik ilkesini ayaklar altına aldı.
Eski doğaüstü Tanrı kavramı silinmeye başlarken O’nun yerini alan şey çoğu zaman Akıl değildi. Onların yerine dünyasal iman bildirgeleri taşıyan yeni vahiyler ve eskinin zalim rahip ve keşişleri kadar keyfi, küstah ve yobaz savunucular gelmişti.
20. yüzyılın şiddet dolu pek çok olayına tanık olmuş İrlandalı bir diplomat olan Conor Cruise O’Brien, 18. yüzyılda milliyetçilik veya ideoloji ruhunun büyümesinin doğrudan geleneksel dinin pahasına gerçekleştiğini gözlemler: “Eski doğaüstü Tanrı kavramı silinmeye başlarken O’nun yerini alan şey çoğu zaman Akıl değildi. Onların yerine dünyasal iman bildirgeleri taşıyan yeni vahiyler ve eskinin zalim rahip ve keşişleri kadar keyfi, küstah ve yobaz savunucular gelmişti.”
Hristiyanlık tarihinde, Fransız Devrimi’nin Hristiyanlık karşıtı hareketiyle şekil alan dönüm noktası, Avrupa Hristiyanlığı’nın dünya Hristiyanlığı içindeki öncü konumunu yitirmesi oldu. Hristiyanlık ideali, yaklaşık bin beş yüz yıl boyunca Avrupa’da egemen olmuştu. Bu çerçevede Hristiyanlık’ın çıkarları ile Avrupa medeniyetinin çıkarları aynı gerçekliğin iki ayrı ifadesi olarak görülür. Fakat 18. yüzyılın sonunda bu ideal çok kötü yıprandı. Avrupa savaşları, “Avrupa’da birlik” düşüncesini baltalamıştı. On yedinci yüzyılın ortalarından başlayarak, giderek artan sayıdaki Avrupalı entelektüeller kiliselere saldırmak, ilahi vahyin geleneksel görüşlerini ve hatta Tanrı’nın varlığını bile (daha önce eşi görülmemiş bir adımdı) sorgulamak üzere doğal dünya, toplum ve genelde nesnelerin doğası hakkında yeni fikirler geliştirdiler.
Ancak kilise tarihinde nasıl ki daha önce Hristiyanlık’ın anayurdunda yaşanan denemeler imanın sonunu getirmediyse, 19. yüzyılın gidişatı içinde gerileyen Avrupa Hristiyanlığı da Hristiyan inancının çöküşü anlamına gelmedi. Hristiyanlık’ın, anayurdu olan Doğu Akdeniz’de gerilemesiyle Avrupa’da yeşermesi nasıl eş zamanlı olduysa, şimdi de Hristiyan Avrupa’nın çökmesi Avrupa’nın çok ötesinde Hristiyanlık’ın büyümesiyle aynı döneme denk geldi. Okyanusun karşı kıyısındaki Kuzey Amerika’da, Birleşik Devletler şaşırtıcı biçimde diri ve etkin iman olaylarına tanık oldu. 19. yüzyılın sonlarına doğru güçlü Katolik ve Protestan toplulukların bulunduğu Kanada, Birleşik Devletleri bile geride bırakan canlılıkta Hristiyanlık uygulamalarına tanık oldu. Ayrıca 20. yüzyılın başlangıcında Hristiyanlık’ın dünyanın çeşitli bölgelerinde gösterdiği büyüme, yalnızca bir yüzyıl önce akla gelmeyecek koşullar meydana getirdi. Bin yıldan uzun bir süredir Hristiyan inancının kalbi olan Avrupa Hristiyanlığı yitip gitse de, dünya genelindeki Hristiyanlık ayaktaydı.
- 1Bernard Lewis, The Emergence of Modern Turkey (Oxford: Oxford University Press, 1979), s. 53-4.