Ana içeriğe atla

Sitemiz işleyişi için sadece bu siteye ait çerez kullanmaktadır. Üçüncü parti çerez kesinlikle kullanılmamaktadır.
Daha bilgi edinin.

Tarih

Kilise’nin Cep Tarihi

Modern Çağda Kilise

  • Kayra Akpınar

Yayın Tarihi: 01.07.2015

Görsel
Kitap Kapağı

Pocket History of the Church

D. Jeffrey Bingham

Downers Grove, Illinois: InterVarsity Press, 2002

Kilise tarihini yaşıyoruz! Bu gerçeğin çoğu zaman farkında olmasak bile, bundan yüz yıl sonra insanların inceleyeceği ve değerlendireceği tarihi yaşıyoruz; tıpkı Bingham’ın bu kitapta yaptığı gibi. 20. ve 21. yüzyılın kilise tarihi acaba neye benzeyecek?

Bingham, kilise tarihinin 17. yüzyıldan günümüze kadar ele aldığı çalışmasında Hristiyanlığın yayılması ve modern kiliseyi etkilemiş akım ve fikirler üzerinde durur. Bu çalışmada geçmişte kilise tarihini etkilemiş döngülerin yeniden karşımıza çıktığını görürüz: kültür kiliseyi etkiler, kilise mücadele eder fakat sonra geri çekilir, daha sonra ise tekrar mücadele eder.

Hem kilisenin hem de birey olarak Mesih imanlılarının devamlı karşı karşıya kaldığı konu, mantık veya deneyimin inançla ilişkisidir. 17. ve 18. yüzyıllarda mantık dünyada daha önemli bir yer almaya başladı. Buradaki temel düşünceye göre gerçeği ancak mantık veya sav aracılığıyla keşfedebilir ya da duyularımızla yaşayabileceğimiz bir deneyim aracılığıyla doğrulayabiliriz. Bu düşünce Hristiyanlığı ve Kutsal Kitap’ı zor bir duruma düşürdü; aklımızı ve duyularımızı kullanarak gerçeğe ulaşabiliyorsak neden “eski bir kitaba” güvenelim?

Bunun öncesinde, Reform sırasında, üç yetkili merci kabul edilmişti: vahiy, mantık ve gelenek. Öncelik, Tanrı’nın başta Kutsal Yazılar’da olmak üzere verdiği vahiydi. Mantık, Tanrı’nın vahyini anlamak için kullanılırdı, fakat vahiyden üstün değildi. Vahiy “hakim”, mantık ise “hizmetkâr” idi. Gelenek (sistematik teoloji de dahil) üçüncü sıradaydı, zira vahiyden gelen mantıklı keşiflerin ve uygulamaların özetiydi.

Aydınlanma döneminde düşünürler mantık ve deneyime daha çok yetki vererek teolojiyi geride bırakmaya başladılar. Teoloji, insanların mantığı kullanan varlıklar olarak gelişimlerini engelleyen çocuksu bir şey olarak görülmeye başlandı. Dolayısıyla da Aydınlanma Çağı’nda vahyin önemi azaldı. Kutsal Kitap’a dayalı vahiy doktrini ve ayrıca günah, Kristoloji ve kurtuluş doktrinleri işlevlerini ve yetkilerini yitirdiler. Aydınlanmanın, tarihi ve eski yetkileri reddetmiş olması günümüzde halen insanlara zarar vermekte; onlar bunun sebebini bilmeseler de.

Bingham’ın kitabının 133. sayfasında Anselm’den yaptığı alıntı mantık ve imanın etkileşimine dair tanrısal bir bakış açısı verir: “İnanabilmek için anlamaya çalışmıyorum, anlayabilmek için inanıyorum; bunun da ötesinde inanıyorum ki inanmazsam anlayamayacağım.” İmanın harekete geçmesi için duyuların veya başka bir şeyin deneyimine ihtiyacı yoktur. İman vahye verilen doğru yanıttır; iman mantığa zıt durmaz, ne var ki Tanrı’nın vahiyle açıkladığı ve çoğu zaman insanın anlama veya anlatma yetisinin ötesinde olan Kutsal Kitap doktrinlerini kabul edebilmek için mantığın ötesine geçmek gereklidir.

Aydınlanma sebebiyle Kutsal Yazılar ve başka doktrinlere olan güven sarsıldıkça kaçınılmaz bir son gerçekleşti: İman öylesine yıprandı ki Hristiyanlık içindeki faaliyetler mekanik oldu ve anlamsızlaştı. Bu şartlar altında samimi dini bir hayata dönme isteği uyandı.  Kilisede uyanış olması için bir haykırış koptu. İlginç olan şu ki uyanış her kilisede olmasa da birçok kilisede doktrine çok odaklanmazken deneyime odaklandı.  Örneğin on sekizinci yüzyılda Pietistlerin etkisi altında gerçekleşen uyanışta öne çıkarılan alanlar Kutsal Kitap çalışması, dua ve küçük gruplardı; doktrin vurgulanmadı. Püritenler benzer bir uygulamaya sahiptiler, fakat doktrin ve vaaza biraz daha önem verdiler.

İman öylesine yıprandı ki Hristiyanlık içindeki faaliyetler mekanik oldu ve anlamsızlaştı.

Jonathan Edwards’ın ABD’deki hizmeti ve John Wesley ile George Whitefield’ın ABD’deki ve İngiltere’deki hizmeti sayesinde bu ülkelere uyanış geldi. Edwards ve Whitefield teolojik açıdan Reformcu, Wesley ise Arminiyusçuydu. Edwards’ın iman etme konusunda oldukça yeni bir bakış açısı vardı ve bu düşünce o döneme uygundu. Ona göre iman etmek, tövbe duası etmenin çok ötesindeydi; yeni bir hayat tarzı ve hayata, Tanrı’ya ve sözüne yeni bir bakış açısı anlamına gelmeliydi. Kilit nokta şuydu: Edwards için iman etmek mantıklı bir adımdı. Ona göre kurtuluş ve Müjde gerçeği mantıklıydı ve Mesih’e güvenmek mantıklı bir adımdı (insan bir şeye inanıyor ve bu şeyi aklıyla kavrıyor). Edwards’a göre gerçek anlamda iman etmek Tanrı, Mesih, günah, Kutsal Kitap ve kilise konusunda yeni bir bakış açısı ve yeni eylemler anlamına geliyordu. Edwards iman etme süreci ve uyanış konusunda çok derin ve teolojik bir şekilde düşünüyordu; uyanışın kesinlikle Tanrı’nın işi olduğuna, belirli taktiklere, stratejilere veya insan eserine bağlı olmadığına inanıyordu. Wesley ve Whitefield belirli doktrin konularında birbirlerinden çok farklı düşünmelerine rağmen, Tanrı ikisinin de vaazlarını ve iyi eylemlerini kullanarak onlar aracılığıyla ülkelerine uyanış getirdi.

Bu üç adamın hizmeti, uyanışın tamamen insan kaynaklı bir olgu olduğuna inanan Charles Finney’e tamamen zıttır. Finney’nin günah, kurtuluş ve aklanma konusundaki doktrinleri “insan kendini kurtarır ve kendini uyandırır” zihniyetini destekliyordu. Finney’nin uyanışlarının çoğunun felaket sonuçları oldu. Finney doktrinin önemini küçümseyip bireyselliği vurguladı; kadim yazıları ve topluluğun önemini küçümseyerek “şimdi ve burada” olanları vurguladı. Sonuç olarak iman etme sürecinde aklın, düşünmenin ve değerlendirmenin oynadığı rolü azımsadı. Bingham Mark Noll’den şu alıntıyı yapar: “Amerikan uyanışçılığı aklın baltalanmasında büyük rol oynadı”.1

Bu uyanışlar Hristiyanlığın Amerikan ve İngiliz topraklarında yerini bulması anlamına geliyordu. Fakat dünyaya daha fazla yayılması da gerekiyordu. 18. yüzyılın dindar akımı olan Pietistlerin ön ayak olması ve elbette ki kolonileştirme çabalarının da etkisiyle modern misyon hareketi İngiltere’de William Carey ile başladı. Son yüzyılda dünyanın dört bir yanında müjdeleme çabalarında büyük bir gelişme oldu. Hristiyanlık gerçek anlamda bir dünya inancı haline geldi. Müjdeleme, öğrenci yetiştirme ve kilise kurma konularına önem verilen toplumlarda derin bir etki yarattı. Bu çabaların destekçileri şüphesiz Kutsal Kitap’ın tercüme edilmesi ve misyonerlerin yerel kiliselerle birlikte gerçekleştirdiği sosyal hizmetlerdir.

1800’lü yılların başlarından bu yana kendini gösteren Liberalizmin de Hristiyanlık üzerine büyük bir etkisi oldu. Liberalizmin amacı Hristiyanlığı mümkün olduğunca çok kişiye cazip kılmaktı. Bunu Hristiyanlığı pek çok kişinin kabul edebileceği asgari bir inanca indirgeyerek yaptı. Aslında bu yaklaşım kilisenin tüm tarihi boyunca karşımıza çıkar ve özünde Son Buyruk’un başarılı bir şekilde yerine getirilmesi arzusu vardır. İster (Schleiermacher gibi) Müjde'yi ve İsa’yı dindar bir duyguya indirgemek olsun, ister (Ritschl gibi) Tanrı’nın karakterine odaklanmak yerine Tanrı’nın insanlar için anlamına odaklanmak olsun, Liberalizmin modern müjdesel hareket içinde bile pek çok farklı türevi vardır. Hristiyanların liberal düşünceler karşısında yapmaları gerekeni Bingham şu şekilde özetler:

Geçmişin bizi davet ettiği amaç şudur: Doğruya inanmak, birlik içinde yaşamak, adanmış bir şekilde dua etmek, cömertçe fedakâr olmak, Tanrı’yı derinden tanımak, tüm dünyaya müjdelemek, iman etmeyi kültürden ve geçici modaları ebedi gerçeklerden ayırmak.
  1. Kutsal Kitap ve Mesih’te tanıtılan Tanrı’nın vahyinin üstünlüğünü vurgulamak.
  2. Tanrı’nın varlığını teolojik açıdan derin bir şekilde düşünmek; bilhassa da Liberalizmin küçümsediği özellikleri (örn. kutsallığı ve aşkınlığı).
  3. Yeni Antlaşma’nın öğretilerini onurlandıran bir şekilde yaşamak; bunların hepsini Kutsal Ruh’un gücüyle yapmak. (s. 152)

Kilisenin modern dünyaya giriş yapmasıyla Mesih inanlılarının modernizm (ve postmodernizm!) ile mücadele etmesi de gerekti ve bu süreçte inanlılar kimi zaman hatalar yaptı. İlk başta aşırı muhafazakârlar kendilerini dünyadan öylesine “ayırdılar” ki Mesih imanlısının dünyaya müjdeleyebilmesi imkânsız kılındı. Bunun yanı sıra bu ayrım aklın küçümsenmesine ve modernizmin kalesi olarak görüldükleri için aklın daha baskın olduğu ortamlardan (mesela üniversitelerden) uzaklaşmaya sebep oldu. O zamandan bu yana Hristiyanlığın akıl dünyasında etki sahibi olabilmesi için, en azından ABD’de, büyük bir mücadele vermesi gerekti; bu alanda hâlâ çok geridedir.

Bingham kitabının sonunda “kilise tarihinden dersler” listesi yapar ve şöyle der: “Geçmişin bizi davet ettiği amaç şudur: Doğruya inanmak, birlik içinde yaşamak, adanmış bir şekilde dua etmek, cömertçe fedakâr olmak, Tanrı’yı derinden tanımak, tüm dünyaya müjdelemek, iman etmeyi kültürden ve geçici modaları ebedi gerçeklerden ayırmak.” (s. 165)

Bu değerlendirmelerin dünya çapındaki kiliseyi yönlendirmesini dileriz.

  • 1Bingham’ın alıntısı sayfa 147’dedir. Kaynak: Mark Noll, The Scandal of the Evangelical Mind (Grand Rapids, Michigan:  Eerdmans, 1994), s. 64.
  • Telif Hakları © 2015
  • Ken Wiest
  • Tüm Hakları saklıdır. İzin ile kullanıldı.
İlk yayınlama: e-manet Sayı 40 (Temmuz - Eylül 2014), s. 15–17.