Ana içeriğe atla

Sitemiz işleyişi için sadece bu siteye ait çerez kullanmaktadır. Üçüncü parti çerez kesinlikle kullanılmamaktadır.
Daha bilgi edinin.

Tarih

Reform ve Tapınma

Yayın Tarihi: 13.04.2021

“Kiliseye Tanrı’ya tapınmak için gideriz, bu da bir şeyleri almakla değil, bir şeyler vermekle gerçekleşir.”

Tanrı’nın halkının toplu tapınmasına dair böyle söylemler Hristiyan literatüründe ve Hristiyan sohbetlerinde bolca geçer. Bunlar kulağa ikna edici gelir. Ne de olsa Kutsal Yazılar “vermenin, almaktan daha çok mutluluk verdiği” konusunda bizlere güvence vermiştir. İngilizce “tapınma (worship)” kelimesi etimolojik olarak –Eski İngilizcedeki “değer (worth) atfetmek” anlamına gelen bir terimden geliyormuş* anlaşılan– tapınmayı, Tanrı’ya bir şeyler verme eylemi olarak görmeye uygundur. 

Reform öncesi kilisede, tapınma yaygın olarak Tanrı ile halkı arasında bir buluşma olarak algılanmaktaydı.

Gerçekte böyle söylemler –eminim ki bu söylemlerde bulunanların niyetinin aksine– Hristiyanlar olarak neden birlikte tapınmak üzere toplandığımıza ve toplandığımızda aslında kimin orada bulunduğuna dair yanlış anlaşılmaları ortaya koyar. Gerçekten de böyle söylemlerin –ilk anda bıraktığı izlenimle– tapınmanın gerçekte ne olduğuna dair anlayışımızın, Reform dönemindeki kazanımların yitirilmiş hali olduğu savunulabilir.

Reform öncesi kilisede, tapınma yaygın olarak Tanrı ile halkı arasında bir buluşma olarak algılanmaktaydı. Bununla beraber Tanrı’nın pek bir şey söylemediği bir buluşmaydı bu; en azından insanların anlayabileceği bir dilde. Tapınma liturjisi Latince Kutsal Kitap’tan seçmeler içeriyordu, fakat Kutsal Yazıların açıklanması – yani vaaz verme kısmı – tapınmanın esası olarak görülmüyordu ve Tanrı’nın halkı, yerel kiliselerinde bir araya geldiklerinde pek nadiren vaaz veriliyordu. İnsanlar o zamanlarda toplantılarında Tanrı’dan anlaşılabilir bir söz duymamış olurlardı; bu onların ya da Tanrı’nın değil, önderlerinin suçuydu.

Orta Çağ döneminde tapınmanın merkezinde vaaz değil, Rab’bin Sofrası vardı. Ekmek ve şarap tapınma alanının doğusundaki en uzak duvarın dibinde kurulmuş bir masaya (“sunağa”) yerleştirilir, bir rahip o masada – sembolik olarak Tanrı’nın önünde onları temsil ederek – sırtı insanlara dönük durur ve bu ögeleri takdis ederdi, böylece bunların (Orta Çağ’daki anlayışa göre) mucizevi şekilde Mesih’in bedenine ve kanına dönüşmesini sağlardı. Rahip, sonrasında bunları başının üzerine kaldırır, halkın günahları için gazabı yatıştıran kurban olarak Baba Tanrı’ya sunardı.

O dönemlerde tapınma, insanların Tanrı’ya bir şeyler; yaptıkları kötü şeylerin karşılığında Tanrı’nın gazabını yatıştırabileceğine inandığı bir şeyler vermesine odaklıydı. İnsanlar, kiliselerinde Rab’bin Sofrası ritüelini oldukça uzak bir mesafeden izleyerek, bazen de ritüeli görmelerini engelleyen, fakat böylelikle gizemini koruduğu varsayılan bir perdenin ardından, sadece yapıldığını bilerek (çanın çalışıyla) tatmin olurlardı. İnsanlar bu ögeleri (ya da en azından kendilerine sunulan tek bir ögeyi, ekmeği, yani bedeni) alırken –Mesih’in Rab’bin Sofrası’nı ilk paylaştığı esnada “alın ve bunu yiyin” buyruğuna rağmen– pek nadiren baskı hissediyordu. Ne de olsa bunun tek amacı Tanrı’ya bir şeyler vermekti, O’ndan bir şey almak değil; bu da zaten ayini gerçekleştiren rahibin arabuluculuğu aracılığıyla yapılmıştı.

 Reform, Kutsal Kitap öğretişinin bilhassa aklanma hakkında birçok noktada iyileştirilmesi sırasında, tapınmada geniş çaplı bir yenilenme sağladı. Reformcular, Orta Çağ’daki akranları gibi, tapınmayı Tanrı ile halkı arasındaki bir buluşma olarak algıladılar. “İmanlılar nerede… dini tapınmaya dair hürmetlerini göstermek üzere bir araya toplansalar, [Tanrı] lütufkâr şekilde oradadır ve onların aralarında onları yönetir” (Jean Calvin). Fakat Reformcular bu toplantılarda Tanrı’ya çok daha etkin ve büyük bir rol atfetmiştir ki bu da Calvin’in Tanrı’nın tapınmayı yönetiyor oluşu ifadesinde öngörülen bir gerçekliktir.

Yani örneğin, Reformcular Tanrı’nın tapınmada, insanların anlayabileceği kelimelerle konuşmasına izin vermenin –ya da daha doğrusu O’nun sözlerini dinlemenin– önemini anlamışlardır. Günahkârların aklanmalarını sağlayan iman, Tanrı’nın Mesih’te sunduğu bağışlanma vaadine dayanır. Bu nedenle Reformcular tapınmanın merkezinin, Tanrı’nın, hizmetkârlarının ağzı aracılığıyla vaadini (Müjde’yi) halkına duyurması olması gerektiğini fark etmişlerdir. Bu fark ediş, kilise mobilyalarında önemli değişimlere yol açmıştır; kürsü –hem Kutsal Yazılar için kullanışlı bir kaide hem de hizmetkârın Tanrı adına konuşabilme yetkisinin sembolü olmuştur– sunağın yerine kilisenin ana salonunun odak noktası olarak yerleştirilir.

“Reformcular tapınmanın merkezinin, Tanrı’nın, hizmetkârlarının ağzı aracılığıyla vaadini (Müjde’yi) halkına duyurması olması gerektiğini fark etmişlerdir.”

Reformcuların tapınma sisteminde Rab’bin Sofrası paylaşılmaya devam etti, fakat dikkate değer ölçüde yeniden düzenlendi. Reformcular Sofra’nın paylaşılmasının, halkı temsil eden rahibin Mesih’in bedenini ve kanını Baba Tanrı’ya Tanrı’nın günahlara yönelik gazabını (yeniden) yatıştırmak üzere sunulduğu gerekçesine dayandığını reddettiler; böyle bir kavram, Kutsal Yazıların Mesih’in çarmıhta halkının günahları için kurban oluşunun nihailiğine ve yeterliliğine dair oldukça açık olan öğretişiyle (İbr. 10:14) keskin bir şekilde çatışmaktaydı. Reformcular İsa Mesih’in Sofra’daki mevcudiyeti olgusunu tamamen reddetmediler, fakat bu olgunun gerçekleşme adımını tersine çevirdiler. Sofra’nın Tanrı’nın kendi Oğlu’nu, halkının imandaki birliğinin ve O’nunla paydaşlığının artması amacıyla, halkına sunuşu olarak kabul ettiler. Reformcular, Mesih’in tam olarak nasıl mevcut olduğu ve Sofra’yı paylaşan halka sunulduğu konusunda fikir birliğine asla ulaşamadılar, fakat Sofra’yı Tanrı’nın, Tanrı tarafından bahşedilen iman aracılığıyla, Sofra’dan paylaşmaya hazırlanmış olanlara verdiği –esasen, kendi öz Oğlu’nu sunduğu– olağanüstü bir armağan olarak görmek gerektiğinde hemfikirdiler.

Rab’bin Sofrası’na dair bu anlayış benzer şekilde kilise mobilyalarında önemli değişikliklere yol açtı. Sunak, yeniden adlandırılmış haliyle komünyon masası olarak duvardan çekildi. Yeniden hizmetkâr olarak adlandırılmış rahip, masanın çevresinde dolanarak artık halka dönük durmaya başladı; Tanrı’nın olağanüstü armağanını Tanrı’nın halkına sunmaya hazır haldeydi. Tanrı’ya kilisenin rahibi olan aracıları aracılığıyla bir şeyler vermek için kiliseye gelmeye alışmış halk, bir anda kendini hem kürsüdeki hem de masadaki hizmetkârları aracılığıyla onlara bir şeyler verme niyetinde olan aktif, yüce ve cömert bir Tanrı’yla (bir bakıma) yüzleşmiş buldu.

Ayrıca vurgulamak gerekir ki Reformcular, Tanrı’nın kendi halkına tapınmada sunduğu armağanlarını bu gerçekliklerden bağımsız olarak yalnızca kendisine dair bilgilere ya da Oğlu’nun kendisine ve yaptıklarına dair sembollere indirgemeyi reddetmişlerdir. Tanrı’nın halkın umudunun temeli olarak halkına sunduğu şeyin aslında Oğlu İsa Mesih olduğunu ısrarla vurgulamışlardır. Calvin, Tanrı’nın Ruh tarafından biçimlendirilmiş iman aracılığıyla edinilen vaatlerinin ilan edilmesi yoluyla, “Mesih’in… bizleri [O’nun] tüm kutsamalarına ortak olmamız için kendi bedenine aşıladığını” yazmıştır. Calvin’in Sofra’ya dair yorumu, vaaz için de aynı ölçüde geçerli olabilir: “O’nun gerçekten vereceğine, benim de bunu alacağıma şüphem yok.” Tanrı’nın hem Sözü hem de Sakrament aracılığıyla “gerçekten verdiği” şey Mesih’in kendisidir.

Öyleyse bizler de tapınmayı öncelikli olarak bir “alma değil de verme” eylemi olarak tanımlama konusunda dikkatli olmalıyız. Tapınmayı bu ifadelerle resmedersek, Tanrı’yı tamamen pasif, hatta muhtemelen O’nunla hep birlikte buluşmamızda O’nu gazabı yatıştırılmayı bile bekler halde sunan Reform öncesi düşünce yapısına geri dönme riski taşırız. Kutsal Yazılar’ın “vermek, almaktan daha büyük mutluluktur” (Elç. 20:35) güvencesi, Hristiyanlar olarak birbirimizle sürdürdüğümüz ilişkimizde geçerlidir; yoksulluk çeken biz günahkârların “her iyi ve mükemmel armağanı” Veren yüce Tanrı’yla (Yak. 1:19) buluşması söz konusuyken anlamlı değildir. Tanrı’ya tapınmamızda, bize verdiği armağanlar için O’na minnet dolu bir ezgi söylediğimizde, yakarışlarımızla ve ondalıklarımızla muhakkak bir şeyler veririz de. Ve O’nun bize verdiği armağanlarına duyduğumuz heyecanımız bile aslında O’na bir şeyler vermenin bir yoludur: “Böyle bir gıdayla beslenmek için, canımı O’na veririm” (Calvin). Fakat Tanrı’yla tapınma esnasındaki buluşmamız, bizim tarafımızdan öncelikli olarak vermeyi değil, almayı içeren bir eylemdir. Başka türlüsü nasıl olsun? Luther’in ölümüne yalnızca saatler kala söylediği ünlü sözündeki gibi, “Wir sind bettler! Hoc est verum.” “Bizler dilencileriz! Bu gerçektir.”

  • *Çevirmen notu: Türkçedeki tapınmak kelimesi aynı zamanda ilahi Olan’a verme, sunma fikrini de içerir: ibadet etmek, kulluk etmek…

Kaynak: “The Reformation of Worship” < https://www.ligonier.org/blog/reformation-worship/ >, 2014 by Aaron Denlinger, Ligonier Ministries (https://www.ligonier.org/). Used by permission. İzin ile kullanıldı. 05.02.2021 tarihinde erişildi.

İlk yayınlama: e-manet Sayı 62 (Nisan - Haziran 2021), s. 19–21.