Ana içeriğe atla

Sitemiz işleyişi için sadece bu siteye ait çerez kullanmaktadır. Üçüncü parti çerez kesinlikle kullanılmamaktadır.
Daha bilgi edinin.

Kitap

Matta’nın İsa Öyküsünde Egemenliği Iskalamak

3) Zihniyet Sorunumuz (1. Bölüm)

Yayın Tarihi: 10.07.2022

Yalın Alpay, attığı bir tweette, “Okuduğunu veya izlediğini anla(ya)mamak, genellikle zihinsel bir sorundan (düşük IQ vb. gibi) çok, bir zihniyet sorunu” diyor. Bunun ardından da “temel zihniyet sorunları”nı sıralamaya başlıyor. Alpay’ın ileri sürdüğü ilk zihniyet sorunuysa şu: “Metnin ifade ettiğinden bağımsız olarak metni üretene had bildirerek kendine iktidar alanı yaratmaya odaklanma.”1 Burada dikkatinizi üç ilginç noktaya çekmek istiyorum: Önce, Alpay zihin ile zihniyet arasında ayrım yapar. Ayrıca da, zihniyetlerin sorunlu olabileceğini belirtir. Son olarak, zihniyet sorunlarının erdemli olmayan arzulardan –kendimize iktidar alanı yaratmak isteği gibi– kaynaklandığını savunur.

Zihin keskin bıçağa benzeyen kıvrak zekâysa, zihniyet o bıçağın nasıl ve niçin kullanıldığına benzer.

Burada, özetle, Alpay zihni düşünme gücü olarak anlar ve düşünme tarzı olan zihniyetten ayırır. Yani, zihin keskin bıçağa benzeyen kıvrak zekâysa, zihniyet o bıçağın nasıl ve niçin kullanıldığına benzer. Peki, zihniyet nasıl sorunlu olabilir? Bıçak benzetmesinden devam edelim: Bıçak yararlı değil, zararlı bir şekilde kullanılırsa sorun teşkil eder. Bıçak iyi veya kötü niyetli olamaz; sadece bir alettir. Ustaca kesmekse bir yetenek. Ama bu alet ve yetenek kötü amaç için kullanılabilir. Sözgelimi, Urfa’da şaşılası bir olay yaşanmıştır: Polis, soruşturduğu cinayetlerde bıçağın ustaca kullanıldığını fark ederek, dönerci olan faili yakalamıştır!2 Buna benzer şekilde, düşünme gücü sadece bir kabiliyettir ama düşünme tarzı –zihniyet– erdemli veya erdemsiz olabilir.

Burada önemlice bir noktaya değinmeliyim: Düşünme dediğimizde, tamamen rasyonel ve bilinçli bir süreçten söz ettiğimizi sanabiliriz. Ama düşünce dünyamız bu kadar basit değildir. Psikoloji profesörü Pawel Lewicki’nin tespitlerine göre, “toplam zihinsel faaliyetlerimizin ancak küçük bir kısmı düşünme, öğrenme ve bilgi toplama gibi bilinçli işlemlerden ibaret olup, büyük çoğunluğuysa tamamen bilinçdışı kalır.”3 Nitekim bu serinin ilk yazısında günahlı insan olarak kendi görüşlerimizi ve yaptıklarımızı onaylamaya eğilimli olduğumuzu işaret ederek, “Tercihlerimizi sezgisel olarak meşrulaştırırken, Tanrı yolunu farkında olmadan şaşırırız” demiştik.4 Dikkat edin: Kendimizi sezgisel olarak haklı çıkarırız ve Tanrı’nın isteğini farkında olmadan yanlış algılarız. Zihniyetimiz bizi yönlendirir ama önemli ölçüde bizden saklıdır. Bizden saklıdır ama yine de biz ondan sorumlu tutuluruz. Matta’daki tövbe çağrısı (3:1-2; 4:17) ve İsa’nın Petrus’u azarlaması (16:23) bunu gösterir. Günahlarımızdan dolayı tövbeye çağrılırız ve yanlışlarımızdan dolayı azarlanırız. İlk yazıda bu durum şöyle açıklandı:

İsrail’in de tüm insanların da Tanrı katında tövbe etmesi gereği, esasında, bir zihniyet meselesidir. Sözlüğe göre, zihniyet, “Belirli görüş, inanç ve alışkanlıkların etkisiyle oluşan düşünme tarzı” anlamına gelir. İnsan olarak yüreğimizin derinlerinde benimsediğimiz görüş, inanç ve alışkanlıklardan dolayı Tanrı’nın gerçekten nasıl bir egemen olduğunu, nasıl egemenlik sürdüğünü kavrayamayız. Kavrasak bile doğal halimizle tasvip etmeyiz. Özetle, Tanrı’nın düşünme tarzı ile insanın düşünme tarzı temel düzeyde birbiriyle çelişirler. Matta’da, öykünün sorununu oluşturan çatışma bu çelişen zihniyetlerden kaynaklanır. Matta, İsa’nın Petrus’a söylediği, “Düşüncelerin Tanrı’ya değil, insana özgüdür” sözünü öykünün tam ortasına yerleştirerek öyküde vurgulanan sorunu oluşturan bu çatışmayı vurgular.5

Hem habersiziz, hem sorumluyuz. Hem de konu son derece önemli. Bu mesele hakikaten girift! Çelişkiye benzeyen bu durumun haklılığını açıklamak için konuyu iki yazıda işleyeceğim. Kaçınılmaz olarak da teknik bazı noktalara değineceğim. Vazgeçmeden sabırla dayanarak okumaya devam etmenizi salık veririm. Ataların dedikleri gibi, “Gülü seven dikenine katlanır.”

Bu ilk yazıda kilit sorumuz şu olacak: Zihniyetler nasıl oluşur? Bu esaslı soruyu felsefe profesörü James K. A. Smith’in geliştirdiği sezgisel formasyon modeli çerçevesinde ele alacağım.6 Matta’nın anlattığı İsa öyküsünün ana kaygısı öğrenci yetiştirmek olduğuna göre,7 zihniyet formasyonunu incelerken Smith’in de öncelik tanıdığı şu soru ile yola çıkalım: Öğrenci nasıl öğrenir?

Hem habersiziz, hem sorumluyuz.

Öğrenci nasıl öğrenir?

Öğretmek. Yetiştirmek. Eğitmek. Bunlar, gramer açısından, geçişli fiiller. Yani, birinin başka birine bir şey yaptığını belirten eylemler. Bu basit hüküm, sorulması gereken bazı sorular barındırır: “Öğretmen öğrenciye ne yapmaya çalışıyor?” “Etkili eğitimde neler amaçlanmalıdır?” veya “Öğretmen öğrenciye öğrettiklerini nasıl, yani hangi yöntemle, öğretmelidir?” gibi. Böyle sorularla ilgilenen bilim dalına pedagoji veya eğitim bilimi denir. Bu tür pedagojik soruların arka planında sorulması gereken (ama her zaman sorulmayabilen) şu esaslı soru yatar: Öğrenci nasıl öğrenir?

James K. A. Smith, Desiring the Kingdom adlı çığır açan kitabında, Hristiyan eğitimi ve formasyonu konularını işler.8 Smith, eserindeki argümanını şu aksiyom üzerinde temellendirir: “Her pedagojinin arkasında bir felsefi antropoloji yatar.”9 Başka bir deyişle, öğretmen öğrencilerini nasıl eğiteceğini kararlaştırırken öğrencinin insan olarak nasıl bir varlık olduğuna dair bazı varsayımlara sahiptir. Smith bu konuda üç ana olasılık sunar: İnsan öncelikle düşünen, inanan veya arzulayan bir varlıktır. Tabii ki bütün insanlar düşünür, inanır ve arzular. Ama Smith, burada, felsefi antropoloji açısından insanı esas olarak tanımlayan mizacın bunlardan hangisi olduğunu sorgulamaktadır.

Smith, ilk olasılığı, yani insanın esas olarak bir düşünme makinası olduğunu kabul etmez. Descartes’in meşhur “Düşünüyorum, öyleyse varım” tezinin, insan olmak ve bilgi edinmek konularındaki anlayışımızı olumsuz yönde etkilediğini söyler. Neden? Çünkü bu anlayış, gerçekçi olmayan bir şekilde insan olmayı ve gerçeği keşfetmeyi bedenden soyutlanmış, rasyonel aklın işleyişine indirger. Rasyonalizm veya akılcılık olarak adlandırılan bu modelde mantık, fikirler, önermeler, doktrinler vs. ön plandadır. Smith, kilisenin bu modeli önemli ölçüde benimsemiş olduğunu gözlemler. Bu anlayışa göre bir Hristiyanın olgunlaşması için bilgilendirilmesi gerekir. “Sonuç olarak,” diyor Smith, “kilise böyle rasyonalist bir antropolojiyi benimsediği için, aklı aşırı derecede önemseyen kavruk bir pedagoji uygular.”10

Felsefi antropolojiyle ilgili ikinci olasılık, insanı tanımlayan ana nitelik, inanan varlık olmasıdır. Smith bu yaklaşıma daha olumlu bakar ama sonunda bunu da yetersiz bulur. Bu görüş, özellikle Hristiyanlarca benimsenen rasyonalizme karşı çıkan Reformcu Protestanlar tarafından rağbet görmüştür. Bu model daha gerçekçi ve bütünsel sayılır, çünkü insanın nesnel ve tarafsızca düşünen “makina” değil, bedensel ve ahlaksal boyutlara sahip, inanan “hayvan” olduğunu anlar.11 Bu modele göre, rasyonel düşünce bağımsızca işleyemez, insanda mevcut varsayımlara ve inançlara dayanır. Dünyayı anlatmak için dünyaya bakmak gerekir. Dünyaya nasıl baktığımızı biçimlendiren temel varsayımlara ve inançlara dünya görüşü denir. Bu anlayışa göre bir Hristiyanın olgunlaşması için, doğru doktrinleri içselleştirmesi gerekir. Smith, dünya görüşümüzün bizi tanımlamakta önemli rol oynadığını kabul etmekle birlikte, bu modeli iki noktada eleştirir. İlk olarak, bu yaklaşımda inançlar yine rasyonalizmdeki fikirlere ve önermelere benzer: Bu temel inançlar diğer fikirlerin altyapısını oluşturan bir nevi “proto-fikir” sayılabilir.12 Smith’in ikinci eleştiriyse, bu modelin yine insanlara bedenden soyutlanmış bireyler olarak yaklaşmasıdır. Bu konuda Smith şöyle diyor:

Dünyaya nasıl baktığımızı biçimlendiren temel varsayımlara ve inançlara dünya görüşü denir.

Beni yönlendiren bu inançlar pek bedenimle bağlantılıymış gibi gelmez. Bu inançlar bedende yaptıklarımla ya az ya da hiç alakalı olmadığı için bedenimin karşılaştığı, kucakladığı veya dokunduğu diğer kişilerle de pek alakalı sayılmaz. Bu model imanla aklın, inanmayla bilmenin arasında birbirini tamamlayan bir ilişki olduğunu göstermeye çalışır. Ama bunu yaparken yine bireysel inancı sayesinde bazı şeyleri bilebilen bireysel bir Hristiyanı çağrıştırır.13

Artık sadece üçüncü olasılık, arzulayan varlık olarak insan kaldı. Smith bu felsefi antropoloji anlayışını savunur. Yukarıda, özetlediğim gibi, Smith insanın öncelikle düşünen veya inanan varlık olduğu anlayışını indirgeyici bulur. İndirgeyici bulur, çünkü insan olmanın karma niteliklerden (ruhsal, bedensel, duygusal, ilişkisel vs. olmak) oluşan zenginliği kapsayacağı yerde, insanı ancak kısmen yansıtır. Smith’e göre, bizi insan olarak tanımlayan ve yönlendiren en temel unsur arzu veya sevgi olmaktadır. Bu pedagojik anlayışa göre, bir Hristiyanın olgunlaşması için doğru şeyleri sevmesi gerekir.

Smith, Yuhanna İncili’nde İsa’nın kendisini izlemek isteyen öğrencilere sorduğu ilk soruyu –“Ne arıyorsunuz?”– öğrenciliğin temel sorusu olarak yorumlar. Smith için, bu soru derin anlamlarla yüklüdür.14 İnsan, esasında, sürekli arayış içinde, arzuladığı bir şeylerin peşinde olan bir varlıktır.15 Biraz durup düşündüğümüzde, Kutsal Kitap’ta bizi güden unsur olarak arzu, istek ve sevginin ne kadar ön planda olduğunu fark ederiz. İyi bildiğimiz bazı ayetleri düşünelim: “Tanrınız RAB’bi bütün yüreğinizle, bütün canınızla, bütün gücünüzle seveceksiniz” veya “RAB’den zevk al, O senin içindeki istekleri yerine getirecektir” veya “RAB’den tek dileğim, tek isteğim şu: RAB’bin güzelliğini seyretmek, tapınağında O’na hayran olmak için ömrümün bütün günlerini O’nun evinde geçirmek.” (Yas. 6:5; Mez. 37:4; 27:4; vurgu eklenmiştir.) Böyle örnekleri çoğaltmak tabii ki kolay. Bu ayetlerde duygusallık, Tanrı bilgisi, kutsallık ve tapınma gibi unsurların nasıl kesiştikleri dikkat çekicidir. Böylece Smith’in geliştirdiği sezgisel formasyon modelinde, insan öncelikle arzulayan veya seven bir varlıktır (antropoloji). Bu yüzden insan bilebilmek için sever; başka bir deyişle, bilecekleri onun ilgi ve arzu süzgecinden geçer (epistemoloji). Sonuç olarak, etkili eğitim öncelikle akla değil, arzulara sezgisel düzeyde hitap etmelidir (pedagoji). Smith, aşağıda göreceğimiz gibi, bütün bu etkenlerin birlikte yoğrulduğu, bizi biçimlendiren biricik uygulamanın tapınma olduğunu iddia eder. O zaman şimdi Smith’in sezgisel formasyon modeline ve bu modelin tapınmayla bağlantısına bakalım. Üstelik, bu bağlamda zihniyetlerin nasıl biçimlendiğine dair bazı tespitlerde bulunacağız.

Sezgisel formasyon ve tapınma

Eğitimin amacı enformasyon iletmektense formasyon sağlamak olmalıdır.

Smith, gördüğümüz gibi, ne bilginin ne de inancın bizi insan olarak tam anlamıyla tanımladığına inanır. Ona göre, bizi tanımlayan başlıca unsur yüreğimizin derinliklerinde saklı arzularımızdır. Smith’in bu yönde çarpıcı bir nüktesi var: Eğitimin amacı enformasyon iletmektense formasyon sağlamak olmalıdır.16 Ama eğitim –kilisede öğrenci yetiştirmek dahil olmak üzere– formasyonu amaçladığına göre bir şekilde arzularımıza hitap etmelidir. Bu açıdan da şöyle bir sorunla karşılaşırız: Arzularımız yüreklerimizde saklıysa, nasıl eğitilirler? Smith, bu can alıcı pedagojik soruya cevaben sofistike bir sezgisel formasyon modeli geliştirmiştir. Bu modelde Smith insandaki bilinçli düşünme (“cognition”) ile bilinçdışı sezmeyi (“affectivity”) birbiriyle karşılaştırır.17 Smith kimlik ile karakterin formasyonunda düşünme değil, sezginin ön planda olduğunu ileri sürer. Smith düşünme, bilgi ve doktrinin önemsiz olduğunu iddia etmek istemez. Onun pedagoji eleştirisi daha çok şu yönde: Eğitim anlayışımızda düşünsel boyuta büyük ağırlık vermiş, deneyim ve sezginin önemini neredeyse yok saymışızdır.

Bahsettiğimiz üzere Smith’in sezgisel antropolojisinde bizi düşündüklerimiz veya inandıklarımızdan çok, sevdiklerimiz tanımlar. Sevgimiz de bir telos’u –yani, “iyi hayat”ın neye benzediğine dair belirli bir vizyonu– barındıran somut, toplu uygulamalar aracılığıyla yönlendirilerek biçimlenir.18 Smith bu tür “nihai değer uygulamaları”nı ayin (“liturgy”) olarak adlandırır ve böylece dinsel ile seküler alanları ayıran çizgiyi isteyerek belirsizleştirir. Bu bağlamda Smith şu önemli gözlemde bulunur: En çok neye değer verirsek ona tapınırız, tapınmaksa bizi kaçınılmaz olarak biçimlendirir.19 Bu anlayışa göre, kültürel veya toplumsal kurumlara rutin ve eleştiri görmeyecek şekilde uymamız, “arzumuzu Tanrı’nın Egemenliği’nden uzaklaştıran bir formasyona sebep olabilir.”20 Ama telos uygulamada saklı olduğu için genelde herhangi bir formasyondan geçtiğimizin farkında olmayız; sadece sevdiğimiz faaliyete katıldığımızı düşünürüz. Smith’in modeline göre, bu sorunun çaresi kilisenin toplu ibadet uygulamalarına katılmakla sağlanan “karşı-formasyon”dur.

Peki, Smith’e göre sezgisellik nasıl işler? Smith, bu konuda, birbiriyle yakından ilişkili üç kavrama başvurur: Martin Heidegger’in “arka plan anlayışı,” Charles Taylor’ın “toplumsal tahayyülü” ve sosyal psikoloji alanında araştırılan “uyarlanabilir bilinçdışı”. Bu üç kavramın ortak yönü, hepsinin günlük hayatımızdaki bilinçli düşüncelerimizin “arkasında” işlemesidir. Augustinus’un etkisi altında olarak Heidegger, dünyayı algılayışımızda bizi yönelten temel güdünün “ilgi” veya “kaygı” olduğunu varsaymıştır. (Augustinus buna “sevgi” derdi.) Aynı zamanda Heidegger, günlük hayatımızda karşılaştığımız durumlarla başaçıkma yolumuzun bilinçli düşünme değil, bilincimizin dışında işleyen bir “arka plan anlayış”ın söz konusu olduğunu ileri sürdü. (Bu ayrım, harita kullanarak yer bulmak ile kendi mahallenizde yola dikkat etmeden evinize yürümenin arasındaki farka benzer.) Kanadalı felsefeci Charles Taylor da, Heidegger’in ortaya koyduğu bilinçli bilgi ile arka plan anlayış arasındaki bu ayrımdan yola çıkarak, toplumdaki ortak davranışları açıklayan “toplumsal tahayyül” kavramını geliştirmiştir. Taylor bu kavramı şöyle açıklar:

Toplumsal tahayyül derken... insanların kendi toplumsal varoluşlarını tahayyül etme biçimleri, diğerleriyle nasıl uyum sağladıkları, çevrelerindekilerle ilişkilerinin nasıl yürüdüğü, normalde karşılanan beklentileri ve bu beklentilerin altında yatan normatif nosyonlar ve imgeler var... bu tahayyüller çoğu kez kuramsal terimlerle ifade edilmez; imgeler, hikâyeler ve efsanelerle aktarılır... [Ayrıca] toplumsal tahayyül, ortak uygulamaları ve geniş ölçüde paylaşılan bir meşruiyet duygusunu mümkün kılan ortak anlayıştır… Böyle bir anlayış hem olgusal hem de normatiftir…21

Bu üç kavramın ortak yönü, hepsinin günlük hayatımızdaki bilinçli düşüncelerimizin ‘arkasında’ işlemesidir.

Son olarak Smith, arka plandaki anlayış ile toplumsal tahayyülün işlemesine izin veren mekanizmayı, sosyal psikoloji alanında araştırılan “uyarlanabilir bilinçdışı” olgusunda bulur.22 Uyarlanabilen bilinçdışı kavramını şöyle açıklanmıştır:

Bilgiyi yorumlayan ve çok hızlı ve bilinçli bakışın dışında nasıl hareket edileceğine karar veren dünyanın hızlı bir şekilde boyutlandırılması olarak tanımlanabilir… Bilişsel araçlar [yani bilinçli düşünmenin melekelerini] gerektirmeden bilinçsiz, kasıtsız, kontrol edilemez ve verimli olmasıyla da karakterize edilir. Bilişsel araçlara ihtiyaç duymamak, uyarlanabilir bilinçaltını bilinçli zihinden daha az yararlı yapmaz, çünkü uyarlanabilir bilinçdışı hafıza oluşumu, fiziksel dengeleme, dil, öğrenme gibi süreçlere ve yargılama, karar verme gibi bazı duygusal ve kişilik süreçlerine izin verir. [Bunlara ek olarak] izlenim oluşumu, değerlendirmeler ve hedef takibi [de söz konusudur].23

Uyarlanabilen bilinçdışı yararlı olmakla birlikte bizi bazen yanıltır, çünkü duygusal tepkiler, hayat tecrübeleri, kültürel tercihler ve önyargılar gibi şeylerden etkilenerek sezgisel düzeyde oluşur. Uyarlanabilir bilinçdışından kaynaklanan tepkiler –“sezgi” dediğimiz ani anlayış, motivasyon, davranış, karar vb.– bilinçli düşünmenin eleştirel süzgecinden geçmediği için bizi doğru veya yanlış yönlendirdiğinin farkında olmayız.

O zaman sezgisel düzey etkili ama ulaşılmaz. Ama durum böyleyse formasyona sebep olan derin arzularımız bırakın bilinmeyi, nasıl eğitilebilir? Burada Smith ilginç bir girişime yönelir: Eğilim, alışkanlık ve erdem olaylarının arasındaki benzerliğe dikkatimizi çeker. Eğilimler davranışlarımızı ilgi duyduğumuz şeylere otomatikman yöneltir. Alışkanlıkta da aynı şekilde kendiliğindenlik söz konusudur. Ama alışkanlıklar bazı davranışları isteyerek tekrarlamakla kazanılır. Erdem (ve erdemsizlik) ise, kendiliğindenlik açısından alışkanlığa benzer, bazı davranışların tekrarlanmasıyla da kazanılır. Ama erdemler güçlü bir şekilde “ahlak merkezli”dir. Yani, dürüstlük, çalışkanlık, merhamet gibi üstün değerlerin karakterin değişmez ve kaçınılmaz bir parçası olması gerektiğini vurgular.

Erdemlerin her zaman bir telosu –yani nihai hedefi– var. Smith’in modelinde telos, iyi hayatın neye benzediğini gösteren bir vizyon içerir. Arzulanan ve nihai önem taşıyan o vizyon, Tanrı’nın Egemenliği olmalıdır. Ama insan, yüreğinin esasında hangi egemenliğin peşinde olduğunun her zaman farkında olmayabilir. Ayrıca, erdemler günlük hayat ve sosyal ilişkilerden soyutlanmış bir şekilde kazanılmaz. Telosu, dolayısıyla da en sevilen veya arzulanan değer yargıları barındıran uygulamalara katılmakla kazanılır. Böyle uygulamalar –ve bunların barındıkları ve aşıladıkları değerler– yukarıda değindiğim gibi, dini veya seküler olabilir: Kilise ibadeti olabilir, spor, ticaret, tüketim, eğitim, askerlik, akrabalık gibi toplumun yaygınca katıldığı “kültürel ayinler” de olabilir.

Görsel
Futbol stadı - kaynak bilinmiyor
Smith’e göre futbol ve takım tutmak “kültürel ayin” sayılır.

Toplumsal tahayyül denen arka plandaki anlayış ve uygulamalar birbirine bağlı, karşılıklı bir etkileşim içindedir. Nitekim Taylor, “…uygulamalarla arkalarında yatan anlayış arasında ilişki tek yanlı değildir. Uygulamayı anlayış mümkün kılarken anlayışı büyük ölçüde taşıyan uygulama olduğu da doğrudur. Herhangi bir zamanda, toplumun belli bir grubunun tasarrufundaki kolektif eylemler ‘repertuarı’ndan söz edebiliriz” diyor.24 Burada dikkat etmemiz gereken iki önemli nokta var. (1) Katıldığımız önemli uygulamalar sezgisel olarak kendimizle ilgili anlayışımızı yansıtır ve kendimizle ilgili sezgisel anlayışımız, katıldığımız o uygulamalarla biçimlendirilir. Bu açıdan Smith’in en önemli tespitlerinden biri şudur ki, katıldığımız uygulamalar bizi –zihniyetimizi– biçimlendirir. Ama uygulamaların asıl telosundan habersiz olabiliriz. O yüzden, bu formasyonun neye yönelik, hangi telosa sahip olduğunu anlamak için, bu “kültürel ayinler”i yorumlamalıyız (İng: “cultural exegesis”). (2) Yukarıdaki alıntıda da Taylor bu dinamiklerin “toplumun belli bir grubun” kimliğine özgü olduğunu belirtir. Buna göre, arka plandaki ortak anlayış, toplumsal tahayyül, sadece geniş kapsamlı gruplar için (örneğin, Türkiye Cumhuriyeti’nin vatandaşlarının toplumsal tahayyülü) değildir, ayrıca belirli gruplarda da (sözgelimi, Türkiyeli Protestanların toplumsal tahayyülü şeklinde) etkin olabilir. Bizi burada özellikle ilgilendiren örnek, Türkiyeli Protestanların toplumsal tahayyülüdür. Gayet tabii, bu bölgesel, altkültür, ekonomik durum vb. etkenleri yansıtan çeşitliliği de içerecektir.

Yukarıda konunun “girift” olduğunu belirtmiştim. Sanırım bunda bana hak verirsiniz! Smith’in modeline her noktada katılmıyorum. Özellikle formasyonun düşünsel ve sezgisel boyutlarını adeta ikili karşıt haline getirmesine karşı ciddi itirazlarım var. Kanımca, hem Kutsal Kitap’a hem kilisede yaşanan tecrübelere bakıldığında, formasyonun düşünsel ve sezgisel boyutlarının birbirini gerçekleştiren, sıkı sıkıya bağlı bir ilişki içinde olduklarını görürüz.25 Ama bazı çekincelerime rağmen, Smith’in eğitimde sezgisel boyutun ihmal edilmesini bu kadar düşündürücü şekilde gündeme getirmesi ve Hristiyan eğitimin bu konuda rota değişimine ciddiyetle muhtaç olduğunu vurgulaması, abartısız hayati bir çıkıştır.

Sonuç

Bu yazıda öncelikle toplumsal tahayyüllerin veya benim tercih ettiğim terimle zihniyetlerin sezgisel düzeyde nasıl oluştuğu konusuna baktık. Ama Smith’in önemle vurguladığı gibi, kendimizi dahil ettiğimiz “ayinler” (yani önemsediğimiz dini ve seküler uygulamalar) bizi biçimlendirir ama bu formasyon bizi her zaman Tanrı’nın Egemenliği’ne doğru yöneltmez. Gelecek yazıda bu durumu sorun olarak ele alacağız. Hristiyanların toplumsal tahayyüllerinin sağlıklı ve Rab’be sadık ölçüde olabileceği gibi, hasta ve çarpıtılmış da olabileceğini göreceğiz.

  • 1Yalın Alpay, 24.7.2020, ös 1:14;  https://twitter.com/yalinalpay/status/1286711274689253376 > (24.05.2022 tarihinde erişildi).
  • 2“Katili Döner Kesme Biçimi Yakalattı!,” Haber Vitrini, 30.06.2010  http://www.habervitrini.com/katili-doner-kesme-bicimi-yakalatti/547851 > (27.05.2022 tarihinde erişildi).
  • 3Charles E. Faroe, Gerçekten Yana Olmak: Gerçeği Arayış, Taraftarlık ve Düşünsel Erdem (İstanbul: Babylon Kitaplığı, 2006), s. 210-211.
  • 4Chuck Faroe, “Matta’nın İsa Öyküsünde Egemenliği Iskalamak: 1) Algı Bozukluğumuz,” e-manet sayı 64 Ekim-Aralık 2021, s. 9. (Bundan sonra, “Algı Bozukluğumuz.”)
  • 5A.g.e., s. 11.
  • 6Modelin ayrıntıları, katkıları ve bazı zayıf yönleri için, bkz. Charles E. Faroe, “In Pursuit of a Holistic Christian Pedagogy: Affectivity in James K. A. Smith’s Desiring the Kingdom,” Journal of European Baptist Studies, 13:3, Mayıs 2013, s. 12-23; (bundan sonra, “Pursuit”) ve Jonathan T. Pennington, “Reading the Gospels Smithly: Thinking Upon and Loving the Gospels in Dialogue with James K. A. Smith’s Desiring the Kingdom and Imagining the Kingdom,” Southeastern Theological Review, 6:1, Yaz 2015, s. 45-61.
  • 7Matta’da işlenen konular çok sayıda ve birbirinden önemlidir. Buna rağmen, kurgunun gelişimi ve özellikle ulaştığı sonuç (“bütün ulusları öğrencilerim olarak yetiştirin,” Mat. 28:18) bütün bu konuların ana konusunun “öğrencilik” olduğu savını desteklemektedir. Nitekim Hays, “Bu sonucun... Matta’daki anlatının tümünün bizi sürüklediği telos [yani, nihai hedef] olduğunu söylemek yerindedir” demiştir. Richard B. Hays, Echoes of Scripture in the Gospels (Waco, Teksas: Baylor University Press, 2016), s. 183.
  • 8James K. A. Smith, Desiring the Kingdom: Worship, Worldview, and Cultural Formation (Grand Rapids, Michigan: Baker Academic, 2009). (Bundan sonra, “Desiring.”)
  • 9A.g.e., s. 27.
  • 10 A.g.e., s. 43.
  • 11 Bkz. a.g.e., s. 40 (n.1) ve 44 (n.8). İnsanlara “hayvan” demek bize ters gelse de, son 20-25 yılda felsefi antropoloji alanında bu “terim”in kullanılması moda olmuştur. Bu kullanımın amacı, sadece düşünsel varlık olmadığımızı, bedensel ve duygusal yönlerimizin insan olmamıza önemli katkılarda bulunduğunu vurgulamaktır. Bkz. Alasdair MacIntyre, Dependent, Rational Animals (Chicago: Open Court, 1999) ve Christian Smith, Moral, Believing Animals (Oxford: Oxford University Press, 2003).
  • 12Desiring, s. 44.
  • 13A.g.e., s. 44-45.
  • 14Bkz. Yuhanna 1:38. James K. A. Smith, You Are What You Love: The Spiritual Power of Habit (Grand Rapids, Michigan: Brazos Press, 2016), s. 1. Ayrıca bkz., Curt Thompson, The Soul of Desire: Discovering the Neuroscience of Longing, Beauty, and Community (Downers Grove, Illinois: IVP, 2021), s. 140-44. (Bundan sonra, “Soul of Desire”)
  • 15Böylece Yeni Antlaşma’da arayış imanlı hayatımızı tanımlayan bir kavram olarak karşımıza çıkar. Sözgelimi İsa, “Siz öncelikle O’nun egemenliğinin ve doğruluğunun ardından gidin [şimdiki zaman, emir kipi: sürekli arayın]” diye buyurur (bkz. Mat. 6:33; vurgu eklenmiştir). Benzer şekilde Pavlus imanlılara, “Mesih’le birlikte dirildiğinize göre, gökteki değerlerin ardından gidin [şimdiki zaman, emir kipi: sürekli arayın]” şeklindeki talimatı verir (bkz. Kol. 3:1; vurgu eklenmiştir).
  • 16Bkz. Desiring, s. 17-19. Bu bölümdeki açıklamalar Pursuit, s. 12-16’dan uyarlanmıştır.
  • 17Çağdaş Türkçede “affect” ve “affective” kavramlarını karşılayan teknik terimler, duygulanım ve duygulanımsal’dır. Akalın’ın dediği gibi, “Duygulanım (affect) zor bir kavram”dır. Akalın’a göre, bu kavram iki açıdan zordur. Önce, ifade etmeye çalıştığı şey ifadeye bir türlü uymaz: “... görünenden, tutulabilirlikten, anlamlamadan... her daim fazla kalma hali duygulanım... kelimelerin tam olarak yakalayamadığı bir şeyi düşünmenin bir yolu duygulanım.” Bu kavramsal zorluğun ikinci nedeniyse duygulanımın ancak son dönemde uzmanlık alanlarında kullanılmaya başlanan, tekil ve tutarlı anlama sahip olmayan bir terim olmasıdır. Ayşe Akalın, “Duygulanım ve Duygulanımsal Emek Üzerine Notlar,” Birikim, Sayı 217, Mayıs 2007  https://birikimdergisi.com/dergiler/birikim/1/sayi-217-mayis-2007/2400/duygulanim-ve-duygulanimsal-emek-uzerine-notlar/4913 > (05.06.2022 tarihinde erişildi). Smith bu terminoloji hakkında aynı sorunlara işaret eder (bkz. Desiring, s. 28, n.11.). Smith’in “affect” terimiyle kastını karşılamak için, “Bilginin, duyuların, düşünce, akıl ve akıl yürütmelerin yardımı olmaksızın ve hiçbir delîle ihtiyaç duyulmadan birdenbire şüphe ve tereddüde yer verilmeyecek şekilde elde edilmesi” anlamına gelen sezgi terimini, daha az teknik olduğu ve daha yaygın bilindiği için kullanmayı tercih ettim. Bkz. Kubbealtı Lugatı, s. 2767.
  • 18Desiring, s. 57-62. Telos, nihai önem taşıyan hedef anlamına gelir.
  • 19A.g.e., s. 86-88, 131.
  • 20A.g.e., s. 85, 89-129.
  • 21Charles Taylor, Modern Toplumsal Tahayyüller (İstanbul: Metis Yayınları, 2004), s. 31-32. (Bundan sonra, “Toplumsal Tahayyüller”.)
  • 22Smith bu konuyu açıklarken özellikle Timothy D. Wilson, Strangers to Ourselves: Discovering the Adaptive Unconscious (Cambridge, Massachusetts: Belknap Press, 2002) eserinden yararlanmıştır. Burada söz konusu anlayış, toplumda “ortak” olduğu için sosyal psikoloji alanında araştırılır. Sosyal psikoloji “insanların sosyal çevrelerindeki düşünceleri, duyguları, inançları ve hedeflerini inceleyen bilim dalıdır.” Özet bir açıklama için bkz. “Sosyal Psikoloji Nedir? Araştırma Alanları Nelerdir?”, ABA Psikoloji  https://abapsikoloji.com/sosyal-psikoloji-nedir-arastirma-alanlari-nelerdir/ > (13.06.2022 tarihinde erişildi).
  • 23“Adaptive Unconscious,” Stringfixer https://stringfixer.com/tr/Adaptive_unconscious > (13.06.2022 tarihinde erişildi).
  • 24Toplumsal Tahayyüller, s. 33.
  • 25Düşünme ile sezgi arasında böyle bir ilişkinin olabilmesi, Baba, Oğul ve Kutsal Ruh’un Üçlübirlik’teki ilişkisini çağrıştırır. Charles Williams bu ilişkiye “coinherence” (“merbut olma”) terimini yakıştırmıştır: “Üçlübirlik’in doğası bu ilkeyi gösterir; nasıl ki, Üç Kişi merbut olur, yani eksiksizce bağımsız olarak ve eksiksizce birbirinde kalarak birbirinden ötürü yaşar,” Alice Mary Hadfield, An Introduction to Charles Williams (London: Robert Hale Limited, 1959), s. 136. Merbut, sözlüğe göre, “var olması başka bir şeyin varlığına bağlı” anlamına gelebilir (Kubbealtı Lugatı, s. 2010).
  • Telif Hakları © 2022
  • Chuck Faroe
  • Tüm Hakları saklıdır. İzin ile kullanıldı.
İlk yayınlama: e-manet Sayı 67 (Temmuz - Eylül 2022), s. 11–18.