Ana içeriğe atla

Sitemiz işleyişi için sadece bu siteye ait çerez kullanmaktadır. Üçüncü parti çerez kesinlikle kullanılmamaktadır.
Daha bilgi edinin.

Kitap

Matta’nın İsa Öyküsünde Egemenliği Iskalamak

3) Zihniyet Sorunumuz (2. Bölüm)

Yayın Tarihi: 24.01.2023

Pratik yapmak mükemmelleştirmeyebilir. Hatta pratik, bir sürü iyi niyetleri ve olumlu amaçları baltalayabilir. Anlatayım.

“Pratik yapmak mükemmelleştirir,” asırlardan beri birbirinden çok farklı insanların dile getirdiği bir hükümdür. Ama Vince Lombardi (1913-1970), Amerikan futbolunun en başarılı antrenörü, bu özlü sözü şöyle değiştirdi: “Mükemmel pratik yapmak mükemmelleştirir.” Tabii ki, tam anlamıyla mükemmel olamayız. Ama Lombardi şöyle bir anlayışı vurgulamak istemiştir: Vasat davranışları “pratik” diye tekrar tekrar yaparsak, bunun sonucu ancak performansı vasatlaştırmak olacaktır. Atomik Alışkanlıklar adlı değerli eserin yazarı, James Clear’in de dediği gibi, “Neyi tekrarlarsanız onu elde edersiniz.”1 Sonuç olarak iyi alışkanlıklar olduğu gibi, kötü alışkanlıklar da var.

Neyi tekrarlarsanız onu elde edersiniz.

Bu serinin bir önceki yazısında kültürel ve ruhsal formasyonun önemli ölçüde bilincimizin arka planında sezgisel olarak gerçekleştiği kavramını işledim. Bu bilişsel arka plana, “toplumsal tahayyül” terimi yakıştırılmaktadır. Toplumsal tahayyül, özetle, grup olarak kimliğimiz, ilişkilerimiz, değer yargılarımız, normatif beklentilerimiz gibi konulara dair geniş çaplı, sezgisel ortak bir anlayıştır. O yazıda belirttiğim gibi, toplumsal tahayyül ve toplumsal uygulamalar –yani, toplumun bir parçası olarak rutin bir şekilde katıldığımız faaliyetler– “birbirine bağlı, karşılıklı bir etkileşim içindedir.” Böylece katıldığımız toplumsal uygulamalar hem kendimizi nasıl tanıdığımızı yansıtır hem de bu öz anlayışımızı biçimlendirir. Ayrıca, o yazıda, James K. A. Smith’in, Desiring the Kingdom adlı eserinde, önemli toplumsal uygulamaları seküler veya kültürel “ayinler” olarak adlandırdığını, uygulamalara katılışımızı da tapınmaya benzettiğini belirtmiştim.2 Her toplumsal uygulamada bir “telos” –yani hedeflenen, en çok arzulanan değer– saklıdır. Uygulamaya tekrar tekrar katılmakla uygulamanın taşıdığı değer yüreğimizde pekiştirilir ve bize neyi seveceğimizi öğretir.

Bu durumu örneklemek için Smith üç örneği –AVM, stadyum ve kampüs– ayrıntılı bir şekilde işler ve böyle kültürel kurumların değerlerimizi nasıl biçimlendirdiğini yorumlar.3 Sözgelimi, Smith AVM’de saklı vizyonun bazı boyutlarını şöyle yorumlar: Eksikliklerimi gidermek için alışveriş yaparım. Reklamlardaki ve vitrinlerdeki kişiler kadar çekici, şık ve başarılı olamayız. Bu “günah”ı örtmek için eşya alırız. Arkadaşlarla birlikte alışveriş yaparım. AVM’ye başkalarıyla birlikte gitmek masum ve hatta hoş bir aktiviteye benzer. Ama yüreklerimiz vitrindeki güzelliklere yöneldikçe kendimizi ve yanımızdaki arkadaşları o güzellik imajlarıyla değerlendirmeye başlarız. Böylece göstermelik ve rekabete kayan tuhaf bir “müşareket” ortaya çıkar. Alışveriş yapıyorum, öyleyse varım. Yaşadığımız sıkıntılardan ve hayal kırıklıklarından kurtulmak için “tüketim mabedi”ne gittiğimizde, “gerçek” mutluluğa kavuşmuş gibi oluruz: Ortam hayranlık uyandırdığı gibi, dükkânlarda bize hizmet eden kişiler hep güler yüzlüdür. Gerçi, bu “tüketim müjdesi” bize kalıcı tatminlik sağlayamaz. Ama yine de deneyimsel olarak AVM’deki “ayinler”in kaçınılmaz bir çekiciliği var.4 Böyle toplumsal uygulamaların “telos”ları saklı olduğu için, katılmakla “telos”un bizi –zihniyetimizi– nasıl biçimlendirdiğinin farkında olmayız.

Bütün bunlar neden zihniyetlerin “sorunlu” olabileceği anlamına gelir? Özetle, grubun temel değer yargıları sorgulanmaz, kanıksanır. Böylece düşünmeden “doğru” bildiğimiz şeylerin peşinden gideriz. Bu durumda halimiz kendinden emin ama aslında yolu doğru bilmeyen bir rehberin peşinden gidenlerin haline benzer. Yanıltılan zihniyet, yanlış değerleri olağanlaştırır. Böylece her ne kadar farkında olmasak bile, davranışlarımızı yönlendiren yanıltıcı bir zihniyet iyi niyetlerimizi ve olumlu amaçlarımızı baltalayabilir. Zihniyet sorunumuz işte budur!

Sorunlu zihniyetlerin olumsuz etkileri oldukça sinsi ve yaygın olduğu için İsa’nın öğrencileri olarak varsayımlarımızı sorgulamayı ve sarsıcı deneyimlerin eğitici etkilerinden yararlanmayı öğrenmeliyiz.

Bu yazıda şu tezi savunacağım: Sorunlu zihniyetlerin olumsuz etkileri oldukça sinsi ve yaygın olduğu için İsa’nın öğrencileri olarak varsayımlarımızı sorgulamayı ve sarsıcı deneyimlerin eğitici etkilerinden yararlanmayı öğrenmeliyiz. Dikkat ederseniz, bu tez iki önerme içerir. İlk önerme betimleyicidir (“descriptive”): Sorunlu zihniyetlerin olumsuz etkileri oldukça sinsi ve yaygındır. Dünyanın ve hayatın hakikaten böyle olduğunu savunmak için bazı örnekler ileri süreceğim. (Yazının bu kısmının hiç de iç açıcı olmayacağını peşin olarak söylemeliyim.) Bu betimleyici önerme, buyurucu (“prescriptive”) ikinci önermeye gerekçe sağlar (“olduğu için”). Bu buyurucu önerme de, edinmemiz gereken iki alışkanlık ortaya koyar: Varsayımlarımızı sorgulamayı öğrenmeliyiz ve sarsıcı deneyimlerin eğitici etkilerinden yararlanmayı öğrenmeliyiz. Bu buyurucu önermenin geçerliliğini, Matta’daki anlatım temelinde, İsa’nın öğrencilerini nasıl yetiştirdiğine bakarak savunacağım.

Mağdur mu, Gaddar mı?

RAB baktı, yeryüzünde insanın yaptığı kötülük çok, aklı fikri hep kötülükte. İnsanı yarattığına pişman oldu. Yüreği sızladı. (Yaratılış 6:5-6)

…kötünün sevecenliği bile zalimcedir. (Özdeyişler 12:10b)

Yukarıdaki ilk alıntının hükmü, günahla yozlaşmış insan hakkında evrensel bir yorumdur: “aklı fikri hep kötülükte.” Bu sözden yola çıkarak insan yüreğindeki toplumsal tahayyül, temel düzeyde kötülüğe tutsaktır diyebiliriz. İkinci alıntı daha özel bir duruma yöneliktir: Çiftçinin hayvanlara nasıl davrandığı. Alıntı, Özdeyişler’in şu ayetinin ikinci satırı: “Doğru kişi hayvanıyla ilgilenir, ama kötünün sevecenliği bile zalimcedir.” Sevecenlik nasıl zalimce olur? Tabii ki bu, komik veya ironik sitem görevini yapan bir tezattır. Birinin dediği gibi, “Doğrunun atı olmak, kötünün komşusu olmaktan yeğdir!”5 Ama aşağıda göreceğimiz gibi, bu özdeyişin hükmü de, ne yazık ki, insanlık hakkındaki evrensel bir yorum sayılabilir. Dünyanın medeniyetlerini ve “medeniyetleştirme” girişimlerini Göklerin Egemenliği’nin değer yargıları ışığında ele alırsak ne görürüz? Ulusların “iyi niyetleri” ve “olumlu amaçları” bile içlerinde kötülük barındırabilir. Öyle ki, “kaş yaparken göz çıkardılar” sözü insanlığın medeniyetleştirme tarihine uygun bir slogan sayılır. Nitekim, bu serinin ilk yazısında belirttiğim gibi, 

…dünyanın yönetimleri ne kadar “güler yüzlü” ve yapıcı görünmeye gayret etseler de, hüküm sürme anlayışları hep şöhret ve vahşete bağlıdır. Göklerin Egemenliği’yse, sevgi ve alçakgönüllülük üzerinde kuruludur… “Matta, İsa’nın dünyanın bütün toplumlarından tamamıyla farklı olan göksel bir egemenlik ilan ettiğini açıkça belirtmiştir.”6

Sorunlu zihniyetlerin olumsuz etkilerinin oldukça sinsi ve yaygın olduğu tezimi vaka çalışması yöntemiyle savunacağım.

 Vaka çalışmamız kendi memleketim, Amerika Birleşik Devletleri’ni ilgilendirir: Kızılderililer. ABD’nin öz anlayışının şu tarifini düşünün: “...ABD özgürlük ve demokrasi örneği, tarihin emsalsizce en aydınlanmış ve hümanist ülkesi, öteki ülkelerden farklı olarak hiçbir zaman saldırma ve fethetme politikaları izlememiş bir ‘kanun devleti’dir.”7 Toplumsal tahayyül dedikleri işte budur! Ne kadar kıvanç verici! Ne kadar göğüs kabartıcı! Ancak burada küçük bir sorun var: Amerikalı Kızılderili aktivist Russell Means (1939-2012), bu tarifi Amerika’nın kendini kayıran propagandasını örneklemek için ortaya koydu. Means, bu ABD tarifi hakkında şunu söyler:

Matta, İsa’nın dünyanın bütün toplumlarından tamamıyla farklı olan göksel bir egemenlik ilan ettiğini açıkça belirtmiştir.

Eminim ki bunu daha önce duydunuz. Amerika’daki “resmi” gerçek bu. Okullarda çocuklara öğretilen de bu, halka kakalanan da bu. Ama size sıcak bir son dakika haberi vereyim: Bu bir yalan… [ABD’nin çok sayıda ülkeye uyguladığı saldırıların yanı sıra] burada, kendi memleketimizde, soykırım gibi küçük bir meseleyi de hesaba katmalıyız. Burada Amerika’daki Kızılderililere uygulanan soykırımdan söz ediyorum... [Üstelik] ABD’nin Kızılderililere karşı çiğnemediği yasa, işlemediği insanlık suçu kalmadı. Ve bu hâlen devam etmektedir.8

Bu sitem dolu genellemenin bazı somut boyutlarına özet bir şekilde bakalım. Kızılderili nüfusunun azalmasıyla başlayabiliriz. 1492’de Kristof Kolumb ilk geldiğinde, şimdi kıta Amerika’yı oluşturan topraklarda tahminen beş milyon kadar Kızılderili bulunmuştur. 1900 yılına kadar Avrupa’dan gelen mikropların sebep olduğu hastalıklar, savaşlar, zorunlu göçler, zorla çalıştırmalar gibi nedenlerden dolayı bu nüfusun yalnızca yüzde beşi kalmıştır.9 Kızılderililerin ölümüne yol açan salgınlar, Avrupalıların mikrop konusundaki cehaletinden çok, kasıtlı bir uygulamanın sonucuydu. Söz gelimi, 1763’te savaş alanında zafer sağlanamayınca İngiliz bir komutan, albayına bir mektup yazarak Kızılderililerle barış görüşmesi yapmasını söyledi. Böyle görüşmelerde karşı tarafa hediyeler verildiğini hatırlatarak çiçek mikroplu battaniyelerin verilmesini önerdi. Albay komutanına şu yanıtı yazmıştır: “Onlara çiçek hastanesinden alınan iki battaniye ve bir mendil verdik. Umarım istenen etkiyi sağlayacaktır.” Sağlamıştır. Hızlıca yayılan salgının sonucunda yaklaşık yüz bin Kızılderili ölmüştür.10

Bir başka utanç verici uygulama, devlet politikası doğrultusunda Kızılderili çocukların zorla yatılı okullarda okutulmasıydı. Bazen beş veya altı yaşında kadar küçük çocuklar bile vardı. Farklı kabilelerden gelen çocuklar ailelerinden uzak okullara gönderilirdi. Varır varmaz banyo yaptırılır, uzun saçlar kesilir, mavi bit ilacı kafa derilerine sürülürdü. Yerel kıyafetleri yerine herkese tek tip üniforma giydirilirdi. Böylece de yeni eğitim hayatları başlamış olurdu. Navaho kabilesinden bir adam okuldaki ilk gününü şöyle anımsar: “Orada kimseyi tanımıyorsun. Bir sürü farklı Kızılderili var, ama onları tanımamışız. Her zaman yalnızsın. Her zaman memleketindeki aileni düşünüyorsun.” Çocuklar gündüzleri gözyaşlarını tutmaya gayret ederdi. Geceleriyse karanlık yurtlarda hüngürdeme sesleri eksik olmazdı.11 Bütün bunların gayesi, “medenileştirmek”ti.

İlginçtir. “Medeniler”in elinde bu denli büyük vahşetlere maruz kalan Kızılderililerin zaten çok barışçıl oldukları yönünde bir söylem gelişmiştir. Sözgelimi, Kızılderililerin savaş anlayışının beyazlarınkinden daha medeni olduğunu savunan Churchill, “Aslında, Kızılderili savaş anlayışında öldürmenin yeri yoktu bile” gibi genelgeçer bir hükümde bulunur.12 Böyle bir sav karşısında basiretli insanların tepki olarak kullandıkları biraz teknik bir terim var: Hoppala!

Komançilerin Teksas’ta yaptıkları bir katliamı incelikle araştıran S.C. Gwynne, bir mülâkatta, Kızılderililerin bu durumda beyazları neden öldürdüklerini şöyle açıklamıştır:

Kızılderililer bunu Kızılderililere de yapıyordu, bu sefer de beyazlarla karşılaştıklarında yapmışlardı. Ama savaşta otomatikman yapılan uygulama bütün yetişkin erkeklerin öldürülmesiydi. Bu otomatikman yapılırdı. Kızılderililerin ölümüne savaşmasının sebeplerinden biri de bu anlayıştı… Küçük çocuklar öldürülürdü. Çok küçük çocuklar öldürülürdü. 3-10 yaşlarındaki çocuklar da çoğunlukla esir alınırdı. Kadınlara çoğunlukla tecavüz edilirdi, çoğunlukla da öldürülürdü.13

19. yüzyılın ortasında, Komançilerin saldırısına maruz kalan Teksaslı beyazlar hakkında, “Ölenler esir alınanlardan daha şanslıydı” denmiştir. Neden mi? Çünkü Komançiler “işkence yapmanın verdiği zevk için işkence konusunda ustalaşmışlardı.”14 Nitekim akıl almaz işkenceler icat etmişlerdir.

Sağlıksız zihniyet sinsidir, fark edilmez olur.

Bunları hangi amaçla anlatıyorum? Kızılderililerin yaptıkları ABD’nin vicdansızca uygulamalarını meşru kılmaz. Amacım, zihniyetlerin olumsuz etkilerinin ne kadar sinsi olabileceğini örneklemektir. Her iki taraf kendi yaptığı vahşetleri kanıksamıştır. Sağlıksız zihniyet sinsidir, fark edilmez olur. Ama gerçekten aynı zamanda yaygın bir sorun mu bu?

Çabucak birkaç diğer örneğe bakalım. Eski Babil kralı Hammurabi, meşhur yazılı kanunlarla medeniyete büyük katkıda bulunmuştur. O Hammurabi ki, kanunlarında, “kendisini adil ve insancıl bir hükümdar olarak tanıtır; amacını güçlülerin zayıfları ezmesini önlemek, öksüze ve dula adil davranılmasını sağlamak ve adaleti hakim kılmak olarak açıklar.”15 O Hammurabi ki, sürekli savaş halinde olup –kanunlarında savaş kavramına “kraliyet yolu” tabirini yakıştırır– düşman kentleri yenmek için bentlerle su kaynaklarını engellerdi. Bunun ne işe yaradığından tam emin olunamıyor. Amacı ya tekrar suları açıp herkesi selle boğmaktı, ya erkek, kadın, yaşlı, bebek demeden herkesi susuz bırakarak öldürmek veya zayıf düşürmekti. Hani zayıfları ezdirmeyecektin, Hammurabi?

Veyahut eski Çinlileri ele alsak… Medeniyete ne kadar büyük katkılarda bulunmuşlardır: pusula, porselen, barut, banknot, ipek, kâğıt ve tabii ki, en önemlisi, makarna! 17. yüzyılda Pekin’e gelen Cizvit misyonerler Çin’deki suç oranının Avrupa’ya göre çok daha düşük olduğunu şaşkınlıkla gözlemlemiştir. Peki, Çinliler toplumlarını bu kadar medenileştirmeyi nasıl becermişlerdir? Özetle, halkı korkutmakla. Suçlulara en korkunç işkenceleri bekletmeden uygularlardı. Kendini savunma hakkı gibi bir kavram yoktu. Yakalanan suçlu sayılır, nüfuzlu akraba veya başka bir kişi müdahale etmedikçe, suçlu akıl almaz işkencelere maruz kalırdı.16

Böyle örnekleri çoğaltmak, ne yazık ki, kolaydır. Sorunlu zihniyetlerin olumsuz etkileri sinsi oldukları gibi, epey de yaygındır. Bu bir etniklik sorunu değil, insanlık sorunudur. Dahası var: Kilise bu çarpık zihniyet sorunundan hiç de muaf değildir. Yukarıda sözü edilen kahrolası yatılı okulların çoğu misyon örgütleri tarafından yönetilirdi. O dönemde, “medenileştirmek” ile “Hristiyanlaştırmak” tedirgin edici şekilde az çok eşanlamlı sayılırdı. Başka bir örnek düşünün: 15. yüzyılda donanma gücü olan Portekiz yeni ticari girişimlerde bulunmuştu. 1444’ün Ağustos ayında, Portekiz Prensi “Gemici” Henrique, Afrika’dan alınan siyahi köleler gemiden inerken, Portekiz’in donanma gücü haline gelmesine, bu vesileyle de Müjde’yi “barbarlar”a yayma fırsatına izin veren Rab’be şükretmiş, kiliseye de ondalık olarak iki siyahi oğlan bağışlamış. Willie James Jennings, asırlarca ırkçılığı kanıksayan böyle zihniyet hakkında, Hristiyan toplumsal tahayyülün “hasta ve deforme olmuş” olduğunu söyler.17

Lauren F. Winner, şu çarpıcı gözlemde bulunur: “Kilisenin iyi uygulamaları dahil olmak üzere, günaha düşüşün etkilemediği hiçbir şey yok.”18 Böylece, imanlılar bazen Rab’bin Sofrası, dua veya vaftiz gibi kutsal uygulamaları farkında olmadan zararlı bir şekilde yapabilirler. Sözgelimi Amerika’da köle sahibi Hristiyanların bu statüleri doğrultusunda dua anlayışları nasıldı? Güneyli bir hanımefendi, bir köleyi kavga ettiği için kamçılattıktan sonra, şöyle dua etmiştir: “Merhametler Babası, yüreğimi koru ve beni kötülüğün ayartmalarından esirge. Ah! Bu ırkın yürekleri ne kadar da nasırlaşmıştır!”19 Dua, mağduriyetin doğal bir parçası olmuştu.

Bütün bu örneklere haklı olarak sitemle bakarız. Fakat zihniyet sorunları sinsidir. Acaba, kendi zihniyetimizde Göklerin Egemenliği’ne aykırı hangi değerleri ve beklentileri kanıksamış olabiliriz? Bunların farkına varmak için de ne yapabiliriz? El cevap: İsa’nın öğrencileri olarak varsayımlarımızı sorgulamayı öğrenmeliyiz.

İsa’nın öğrencileri olarak varsayımlarımızı sorgulamayı öğrenmeliyiz.

Arka bahçemiz mayın tarlası olur mu?

Mayın, toprak altında saklanan bir tehlikedir. Dünyanın eski savaş alanlarında sayısızca mayın toprağa gömülü kalmıştır. Normal görünen tarladan geçen kişi beklenmedik anda mayın patlamasıyla hayatını yitirebilir. Kaldı ki, birçok ülkede mayın temizleme çalışmaları sürmektedir. Ama en azından kendi evimizin bahçesinde rahat edebiliriz. Bahçede gömülü mayın olmadığı gibi, tetikte olmaya gerek yok. Arka bahçemizde mayın olmayabilir. Ama düşünsel arka planımızda, yukarıdaki örneklerde gördüğümüz gibi, saklı tehlikeler olabilir. En derin varsayımlarımızda çarpıklık olabilir. Bu sorunun çözümü nedir? Tek kelimeyle, özeleştiri.

İsa öğrencilerine “eskatolojik sürprizler” olacağını vurguladı. Bunun en çarpıcı örneklerinden biri şudur. İsa dedi ki,

Bana, “Ya Rab, ya Rab!” diye seslenen herkes Göklerin Egemenliği’ne girmeyecek. Ancak göklerdeki Babam’ın isteğini yerine getiren girecektir. O gün birçokları bana diyecek ki, “Ya Rab, ya Rab! Biz senin adınla peygamberlik etmedik mi? Senin adınla cinler kovmadık mı? Senin adınla birçok mucize yapmadık mı?” O zaman ben de onlara açıkça, “Sizi hiç tanımadım, uzak durun benden, ey kötülük yapanlar!” diyeceğim (Mat. 7:21-23).

İsa, öğrencilerinin umursamaz olmalarını istememiştir. Tersine, bizi yönlendiren değer yargılarımızı ve motivasyonlarımızı –varsayımlarımızı– sınamamızı ister. Rab İsa, komik bir sitemle, bir kardeşin gözündeki çöpü iyice görebiliyorken, kendi gözümüzdeki merteği fark edememe gafletinden söz eder. “Seni ikiyüzlü! Önce kendi gözündeki merteği çıkar” der (Mat. 7:5). Kendi merteğimizi keşfetmek için özeleştiri yapmayı öğrenmeliyiz. Kendimize özeleştiri sorularını sormayı alıkşanlık haline getirmeliyiz: Bu durumda böyle duygulara neden kapıldım? Neden böyle davrandım? Aslen ne istiyorum? Neden korkuyorum? vs. Birey, kilise ve hatta kültür veya toplum düzeylerinde samimi bir özeleştiri yapmayı öğrenmeliyiz. Bunu yapabilmek için de, Rab’bin yardımıyla, güvensizlik, alınganlık ve kendimizi savunma refleksinden sıyrılmamız gerekecektir.20

Toplumsal vicdanımız nasıl yenilenir?

Özeleştirinin kazandırabileceği farkındalık çok önemlidir. Bunun yanı sıra, İsa’nın öğrencileri olarak derin değişimin sağlanması için sarsıcı deneyimlerin eğitici etkilerinden yararlanmayı öğrenmeliyiz. Sarsıcı deneyimlerin eğitici etkisi ne olabilir ki? Julyan Lidstone, Mordan Vazgeçmek adlı önemli eserinde, bu konuyu şöyle ele alır:

Geçen otuz yıl içinde yetişkin eğitim öğrencileri, sadece bilgi ve beceri edinmek yerine, tutum ve davranışlarda köklü ve kalıcı değişimlere yol açan bir öğrenme tarzı olan değiştiren öğrenmeye artan bir ilgi göstermektedirler. Bu alanda bir öncü olan Jack Mezirow, kişisel değişimin gerçekleşmesi için –daha önce tutulan paradigmaların açıklayamayacağı– karmaşa ve stres yaratarak zihin karıştıran bir ikilemin ortaya çıkması gerektiğini söyleyen bir teori oluşturmuştur. Sadece bu durum, köktenci bir yeni düşünce gerektiren önceki varsayımların açık, araştırıcı ve eleştirel değerlendirilmesine yol açar ve bunun sonucu olarak da öz görünümün, dünyaya bakış açısının, roller ve ilişkilerin devam ettirilebilen, dönüşsüz değişimine neden olur.21

Sarsıcı durumlar bizi derin düzeyde değiştirebilir; eğer öyle durumların eğitici etkilerinden yararlanmaya razı olursak.

Bu açıklamanın temel düşüncesi nedir? Şöyle özetleyebiliriz: Sarsıcı durumlar bizi derin düzeyde değiştirebilir; eğer öyle durumların eğitici etkilerinden yararlanmaya razı olursak. Normalde stresli, kafamızı karıştıran bir ikilem –daha önce tutunduğumuz paradigmaya, yani hayat anlayışımıza, aykırı düşen bir durum– yaşarsak, ne yaparız? O durumdan kaçarız. Eğer, bizce, başka bir insan veya insanlar böyle sarsıcı bir durumu bize yaşatıyorsa, ne yaparız? O insandan veya insanlardan kaçarız, ilişkiyi keseriz belki de. Oysa, bizi Mesih’e benzer olmaya ilerleten derin değişim stressiz, acısız bir süreç olmayacaktır. Nitekim, Tanrı’nın bilgeliği şöyle der, “Altın ocakta, gümüş potada arıtılır, yüreği arıtansa RAB’dir” (Özd. 17:3).

Rab İsa, öğrenci yetiştirmek için, sarsıcı durumları ne yoksaydı, ne geçiştirdi; tersine, ustaca kullandı. Hatta İsa, sözleri ve davranışlarıyla, öyle durumlar yaratarak öğrencilerine yaşattı. Aşağıdaki üç örneği düşünün:

İsa daha halka konuşurken, annesiyle kardeşleri geldi. Dışarıda durmuş, O’nunla konuşmak istiyorlardı. Birisi İsa’ya, “Bak, annenle kardeşlerin dışarıda duruyor, seninle görüşmek istiyorlar” dedi.

İsa, kendisiyle konuşana, “Kimdir annem, kimdir kardeşlerim?” karşılığını verdi. Eliyle öğrencilerini göstererek, “İşte annem, işte kardeşlerim!” dedi. “Göklerdeki Babam’ın isteğini kim yerine getirirse, kardeşim, kızkardeşim ve annem odur.” (Mat. 12:46-50)

Ne kadar ayıp bir şey! İnsan annesine öyle davranır mı hiç?

Bu sırada öğrencileri İsa’ya yaklaşıp, “Göklerin Egemenliği’nde en büyük kimdir?” diye sordular. İsa, yanına küçük bir çocuk çağırdı, onu orta yere dikip şöyle dedi: “Size doğrusunu söyleyeyim, yolunuzdan dönüp küçük çocuklar gibi olmazsanız, Göklerin Egemenliği’ne asla giremezsiniz.” (Mat. 18:1-3)

Herhangi topluluk içinde yaşamak için bilinmesi gereken ast üst ilişkisini soran öğrencilere İsa neden bu kadar ters cevap verdi ki?

İsa’ya ihanet eden Yahuda, “Kimi öpersem, İsa O’dur, O’nu tutuklayın” diye onlarla sözleşmişti. Dosdoğru İsa’ya gidip, “Selam, Rabbî!” diyerek O’nu öptü.

İsa, “Arkadaş, ne yapacaksan yap!” dedi. Bunun üzerine adamlar yaklaştı, İsa’yı yakalayıp tutukladılar. İsa’yla birlikte olanlardan biri, ani bir hareketle kılıcını çekti, başkâhinin kölesine vurup kulağını uçurdu. O zaman İsa ona, “Kılıcını yerine koy!” dedi. “Kılıç çekenlerin hepsi kılıçla ölecek. Yoksa Babam’dan yardım isteyemez miyim sanıyorsun? İstesem, hemen şu an bana on iki tümenden fazla melek gönderir. Ama böyle olması gerektiğini bildiren Kutsal Yazılar o zaman nasıl yerine gelir?” (Mat. 26:48-54)

Düşmanların hain saldırısına uğrayan kişi kendini savunmaz mı? Kendini kuzu kuzu yakalatan İsa korkak mıymış?

sarsıcı durumlar + İsa’nın (Kutsal Kitap’ın) sözleri + kardeşlerin samimi katılımı = Göklerin Egemenliği’ne yaraşan derin değişim

Bu örneklerde bazı ortak unsurlar var: kültürel olarak anlaşılan durumlar (annesiyle ilişki, ast üst ilişkisi, düşmanın saldırısı); kültürün normatif beklentilerine ters düşen çarpıcı davranışlar (annesinin yanına gitmemek, küçük çocuğu orta yere dikerek ast üst ilişkisini yoksaymak, düşmanın yarasını iyileştirip düşmana karşı  mücadele vermeden teslim olmak) ve düşündürücü, sanki çelişkili, özlü sözler (…yolunuzdan dönüp küçük çocuklar gibi olmazsanız, Göklerin Egemenliği’ne asla giremezsiniz; Göklerdeki Babam’ın isteğini kim yerine getirirse, kardeşim, kızkardeşim ve annem odur; kılıç çekenlerin hepsi kılıçla ölecek). Çok önemli olarak da, bu sarsıcı durumlar öğrencilerin, öğrenci olarak, birlikte yaşadıkları olaylardı.

Peki ama, Rab İsa yanımızda değil ki, bize sarsıcı, eğitici durumlar yaşatsın. Öyle mi? O zaman O’nun bize söylediği son söz –“İşte ben, dünyanın sonuna dek her an sizinle birlikteyim”– sadece “edebiyat” mıymış? (Mat. 28:20) Hayır. Egemen Rab sarsıcı durumları yaşamamıza sıklıkla izin verir. Rab İsa, Kutsal Ruh’un aracılığıyla da yardım etmek ve eğitmek için her an bizimle. O zaman, yukarıdaki gözlemlerden yola çıkarak sarsıcı deneyimlerin eğitici etkilerinden yararlanmayı öğrenmemize yönelik şöyle bir “değişim formülü” öneriyorum: sarsıcı durumlar + İsa’nın (Kutsal Kitap’ın) sözleri + kardeşlerin samimi katılımı = Göklerin Egemenliği’ne yaraşan derin değişim. Bunları kısaca açayım.

Önce, yaşadığımız durumları İsa öğrencisi olma bilinciyle algılamalıyız. Yaşadığım bu durum beni rahatsız ederse, sarsarsa, sadece durumdan kaçacağım yerde, sorgulamalıyım. Bu durumda, esasında, ne oluyor? Bu durumdan, bu insanlardan neden rahatsızlık duyuyorum? Böyle bir yorumu yaparken, teşhis koyarken, tabii ki bireysel olarak dua ederiz, düşünürüz. Aynı zamanda bunu sadece tek başımıza başarıyla yapamayız. Sarsıcı durumları değerlendirirken, kardeşlerin samimi yardımlarından yararlanmalıyız. Peki ama, bu süreç içindeyken kendimizi zihnimizde kazınmış, kanıksanmış dünyasal değerlerden ve beklentilerden nasıl kurtarabiliriz? Tanrı’nın Sözü’nü işitmekle. Beden olan Söz, İsa Mesih ve Tanrı esini olan Kutsal Kitap, her nefesiyle Göklerin Egemenliği’ni ilan eder. Rabbimiz İsa bize ne der? Kulağı olan işitsin.

Soyut olarak bu “formül” belki bize güzel gelebilir. Ama somut olarak, ne demek? Bir kardeş hakkımızda dedikodu yaparsa, aile fertlerimiz bizi tehdit ederse veya reddederse, hizmet yapan bir kardeş bizi hayalkırıklığına uğratırsa, sorun yaşadığımızda kardeşler sanki ilgisiz kalırsa, aramaz sormazlarsa, doğal tepkiyi vermeye razı olamayız. Kardeşlerden, kiliseden uzaklaşamayız. (Açıkça olmasa da) “İsa ne derse desin, ben İsa değilim ki!” asla diyemeyiz. Bu “formül”ü alışkanlık haline getirmek zor; neredeyse imkânsızdır. Ama aksi takdirde, İsa öğrencisi olarak değişmeyiz. Kilisede somut olarak oluşan yeni kültürümüz giderek Göklerin Egemenliği’nin radikal farkını yansıtmalıdır.

Psikolog Erol Göka, “Türklerin Psikolojisi” hakkında son derece ilginç tespitlerde bulunur. Bunların bazıları, Türkiye’deki “sözlü kültür”le alakalıdır. Tabii, Türkiye’deki okuryazarlık oranı epey yüksektir. Aynı zamanda, bariz bir şekilde, Türkiye’deki iletişim tercihleri sözlüdür. Bu bağlamda, Göka vicdan hakkındaki şu gözlemde bulunmuştur: “...okuryazarlardaki kişisel ve deruni vicdan yerine sözlü kültür insanında toplumsal ve harici vicdan bulunur. Bu yüzden sözlü kültürde herkesin açıkça bildiği ‘töre’ye uymak çok önemlidir, kötülük ve yasaklar kalıplaşmış ifadeler ve veciz sözlerle alenen bildirilir.”22 Kanımca, Türkiye’deki kilise son derece zor ama o kadar da değerli bir girişimle karşı karşıyadır: Göklerin Egemenliği’ne yaraşan yenilenmiş “toplumsal ve harici” bir vicdanın –bir zihniyetin– kazanılması.

Gelecek yazıda, serinin son yazısında, Türkiye’deki bazı kültürel alışkanlıkları Matta’daki İsa öyküsü ışığında düşüneceğiz. Konumuz, “Türkiye’de Matta’yı okumak” olacaktır.

  • 1James Clear, Atomik Alışkanlıklar (İstanbul: Pegasus Yayınları, 2020).
  • 2Chuck Faroe, “Matta’nın İsa Öyküsünde Egemenliği Iskalamak: 3) Zihniyet Sorunumuz (1. Bölüm),” e-manet, Sayı 67 (Temmuz-Eylül 2022), s. 4-7.
  • 3James K. A. Smith, Desiring the Kingdom: Worship, Worldview, and Cultural Formation (Grand Rapids, Michigan: Baker Academic, 2009), s. 89-129. (Bundan sonra, “Desiring.”)
  • 4Desiring, s. 96-100.
  • 5Paul E. Koptak, The NIV Application Commentary: Proverbs (Grand Rapids, Michigan: Zondervan, 2003), s. 340.
  • 6Chuck Faroe, “Matta’nın İsa Öyküsünde Egemenliği Iskalamak: 1) Algı Bozukluğumuz,” e-manet, Sayı 64 (Ekim-Aralık 2021), s. 14
  • 7Ward Churchill, A Little Matter of Genocide: Holocaust and Denial in the Americas 1492 to the Present (San Francisco: City Light Books, 1997), s. vii. (Bundan sonra, A Little Matter.)
  • 8A.g.e. Vurgu özgün metinde.
  • 9Jim Wallis, America’s Original Sin (Grand Rapids, Michigan: Brazos Press, 2016), s. 39.
  • 10A Little Matter, s. 154. Daha etraflıca bilgi için Vikipedi’nin “Kızılderili soykırımları” makalesine bkz.  https://tr.wikipedia.org/wiki/K%C4%B1z%C4%B1lderili_soyk%C4%B1r%C4%B1mlar%C4%B1 > (07.12.2022 tarihinde erişildi).
  • 11David Wallace Adams, Education for Extinction: American Indians and the Boarding School Experience, 1875-1928 (Lawrence, Kansas: University Press of Kansas, 2020), s. 108-10.
  • 12A Little Matter, s. 179.
  • 13S. C. Gwynne (2010), ‘The Rise and Fall of the Comanche “Empire”,’ Mülâkat David Bianculli tarafından yapıldı, Fresh Air WHYY, 23.06.2010  https://www.npr.org/2011/05/20/136438816/the-rise-and-fall-of-the-comanche-empire > (07.12.2022 tarihinde erişildi).
  • 14Robert A. Caro, The Years of Lyndon Johnson, Volume 1: The Path to Power (New York: Vintage Books, 1990), s. 18.
  • 15Kemalettin Köroğlu, Eski Mezopotamya Tarihi (İstanbul: İletişim Yayınları, 2008), s.113.
  • 16“Chinese Torture,” ChinaSage https://www.chinasage.info/torture.htm > (07.12.2022 tarihinde erişildi).
  • 17Willie James Jennings, The Christian Imagination: Theology and the Origins of Race (New Haven, Connecticut: Yale University Press, 2010), s. 15-16, 293.
  • 18Lauren F. Winner, The Dangers of Christian Practice: On Wayward Gifts, Characteristic Damage, and Sin (New Haven, Connecticut: Yale University Press, 2018), s. 1. (Bundan sonra, Dangers.)
  • 19Dangers, s. 72-73.
  • 20Özeleştiri konusuna ilişkin daha etraflıca bilgi için bkz. Charles Faroe, “Özeleştiri: Zor ve Gıcık Olduğu Kadar Önemli bir Alışkanlık,” e-manet,  https://www.e-manetdergi.org/tr/dergi/nisan-haziran-2007/makale/ozelestiri-zor-ve-gicik-oldugu-kadar-onemli-bir-aliskanlik > (07.12.2022 tarihinde erişildi).
  • 21Julyan Lidstone, Mordan Vazgeçmek (İstanbul: GDK, 2020), Kindle konumu 1034-1040.
  • 22Erol Göka, Türklerin Psikolojisi (İstanbul: Timaş Yayınları, 2008), s. 136. Vurgu eklenmiştir.
  • Telif Hakları © 2023
  • Chuck Faroe
  • Tüm Hakları saklıdır. İzin ile kullanıldı.
İlk yayınlama: e-manet Sayı 69 (Ocak - Mart 2023), s. 11–18.